Dil; milletlerin varlık iddiaları ve özgün medeniyet tasavvurunda, en temel unsurdur. Zira kendi varlığını ifade ederken, iddia edeceği ...
Dil; milletlerin varlık
iddiaları ve özgün medeniyet tasavvurunda, en temel unsurdur. Zira kendi
varlığını ifade ederken, iddia edeceği her türlü diyalektiğin ve estetiğin
ifadesini, tercihe esas kabulünü, dil ile yapılabileceği, bir hakikattir. Bir
dilin varlığı, o dilin sosyal hayatta, iletişimde kullanılabilmesi ile
ölçülebilmektedir.
Dilin sözlü ve yazılı
olması esastır. Bir dilin, sembollerle varlığını sürdürmez ise yani yazılı hale
gelmez ise, zamanla zayıf düşer ve var olan diller arasında, önce bozulur,
sonra da, kaybolur.
Türk milletinin, güçlü
bir “sözlü edebiyatının” olması ve onun taşıyıcıları hükmündeki kültürel güç
unsurları, muhtelif tarihsel süreçlerle “kırılmalara” uğramıştır. Savaşlar,
göçler, sürekli konar-göçer olmamız, kültürel kaynaşmalar, dilimizin yazılı
olarak orijinalliğinin korunmasında, etkili olunamamıştır.
Bu kırılma, kendisini en
fazla inanç sistemimizin kabulünde göstermektedir. İlkin, Emevi döneminde, Kuteybe bin Müslim’in, Horasan valiliği
esnasında, Türkistan’da yaptığı kıyım ile gösterse de, Dokuzuncu asrın
sonlarında, Kara hanlıların (Satuk Buğrahan) İslam’ın kabulü ile kendisini
göstermiştir. Dinimizin esaslarını Kur’an’dan öğrenmemiz, aynı zamanda Arapça
gönderilen Kur’an’ın da bilinmesini gerektirmiştir. Bu durum, giderek sosyal
hayata dair bütün unsurların, Arapça konuşma ve yazmayı gereklilik durumuna
getirmiştir. Oysa dinin böyle bir zorlaması yoktur. Araplar, varlığını diliyle
koruyabildiğini başkaca bir koruyucu kültürel unsurunun olmadığını
düşündüğümüzde, bu dayatma, Göktürk ve Uygur alfabesi yanında, Çağatay
alfabesinin de kaybına neden olmuştur.
Selçukluların, Farsçaya
olan istek ve ilgileri de eklenince “kırılma” süreci, “kayıp” sürecine
evirilmiştir. Öyle ki; Farsça bilmeyen bir Türk, şehir ve beldelere
girebilmesi, devletle olan irtibatını sağlaması, Farsça bilmesine bağlı idi…
aksi durumda şehirlere sokulmamakta idi… bu mücbir durumun izahı ve nedenlerini
ileride, dile getireceğiz.
Anlaşılan Alfabemize ve
yazı dilimize sırt çevirmemiz, bizi yazı da Arapçaya, sözlü dilimizde ise
Arapça- farsça ve kısmen Türkçe olan bir “esperanton bir dile” Osmanlıcaya mahkûm
etmiştir.
Bunu neden yazdım; son
günlerde medya da dolaşımda bir Arap müderrisin, ”Türklerin yazı dilinin
olmadığı, varlıklarını Arapça ifade ederek kendilerine tarih yazdıkları ve
aslında bizim kölelerimiz olduklarını ifade etmektedir” oysa ona verilecek en
makul cevap ise, tarih ilmini bilmediğini kendisine hatırlatmak olduğudur.
Onun iddiası önemli değildir.
Peki, bizim dilimizi yaşatmadaki irademiz nedir? Alfabemizi bütün haşmeti ile
tasavvur ettiğimiz Büyük Türk ilhanlığı veya Turan devletinde özgün
medeniyetimizin yazılı hale getirip ortak dil, ortak alfabeye kavuşturabilecek
miyiz? Asıl esele budur.
Dünya hâkimiyetini dili
ile sağlamaya çalışan İngilizlerin hegemonyasına mı tabi olacağız? Yoksa rezerv
parası dolar olan ABD’nin direktifleri alfabe mi kullanacağız. Yoksa Gürcüler, Yahudiler,
Ermeniler, Yunanlılar kadar da beceremeyeceğiz, var olan bir alfabeye hayat
vermeyi…
Nesim Yalvarıcı
YORUMLAR