(1) Oryantalistlerin doğuda kat ettikleri mesafe ve elde ettikleri mevziler, doğuya yönelen Rus çarlarının dikkatlerini çekmiş, bu konu...
(1)
Oryantalistlerin doğuda kat
ettikleri mesafe ve elde ettikleri mevziler, doğuya yönelen Rus çarlarının
dikkatlerini çekmiş, bu konuda planlamalar ve stratejiler geliştirmek üzere,
Kafkasları taciz etmişlerdir. Müstahkem bir kale hükmünde olan Kafkaslar
alınırsa, hedeflerine ulaşmaları çok kolay olacaktı…
Özellikle, kırım hanlığı, Hive hanlığı, Astra han,
Buhara hanlığı, gibi hanlıkları, kanuni döneminde hedef alan zalim İvan,
Osmanlının o bölgeye kayıtsız kalması ile önce Türkistan’ı düşürecek, sonrada
Kafkaslar ve Erzurum’a kadar inilecektir.
Bu arada, Anadolu’da, yani
Osmanlı mülkünde, Türkler ve Türkmenler, devlet yönetiminden uzaklaştırılmış,
sadece kılıç kuşanmasını ve savaşa gitmesini devlet politikası haline getiren
“miri toprak sistemi” yürürlüktedir. Devletin resmi dili Osmanlıcadır. Osmanlıca,
“esperanton” birdildir.yani bir çok dilden meydana gelen özelliktedir.
Selçuklularla başlayan Farsça ve
Arapça okuma yazma zorunluluğu vardır. Farsça bilmeyen, köylüler, kolluk
kuvvetleri ile şehirlere sokulmamaktadır.
Hulagi’nin, Türkmen okuryazar
olan devlet erkânını ve ulemayı ortadan kaldırması, bölgeye egemen olduğunda
da, devleti idare eden okuryazar ihtiyacını karşılamak üzere, İran’dan destek istemesi,
Farsların, “biz hizmeti sadece kendi dilimizce yapabiliriz” önermesi, Farsçanın
dilimize tamamen egemen olmasını sağladı.
Özellikle Doğu ve güneydoğuda yaşayan Türkmenlerin asimile olmasını
sağlayan tarihi olaylardır. Bu husus, Osmanlıda altı yüzyıl sürmesi de tuzu
biberi olmuştur.
Bu durumu fırsat bilen, Necip
Fazılın deyimi ile “batının balta tutan eli” olan Ruslar, durumu kendi lehine
çevirmiş, önce İran’da, Vladimir Fyoodoroviç Minorski (Rusça: Владимир Фёдорович Минорский,
5 Şubat 1877 - 25 Mart 1966), Kürt ve Fars tarihi,
edebiyatı, coğrafyası, kültürü hakkında araştırmalar yapan Rus doğu
bilimci. Çarlık Rusya’sı ordu generali, bilahare ülkemize gelerek,
medreselerde, Farsçayı, Kürtçe diye Türkmenler arasında, 5. Kol faaliyeti olarak
devam etmiştir.
Müteakiben de, aynı çalışmayı, Andrey
Grigoryevich Nikitin 28 Eylül 1891 - 4 Şubat 1957) (bir Kızıl Ordu
tümgeneraliydi. ) sürdürmüştür. İlk çalışmaları ise, ”Oğuz nameyi” “Şeref name”
olarak Farsçaya çevirmştür. Bilahare, Kulp MüftüsüMehmetemin Bozaslan Türkçeye
çevirmiştir.
Türk ve
Kürdü kardeş kavgasına götürebilecek, kurgulamalarla yeni bir tarih ihdas
edilmiş bugün Kürtlerin geleceği ile ilgili kurgulamalara temel teşkil
etmiştir.
Türkistan’ın Yenisey nehri civarında ve Elegeş
abidelerinde yazılı olan, “ben Kürt ilhanı Alp Erunguyum. Altın okluğumu
kuşandım.” demesi, Kürt olgusu üzerinde, incelenip değerlendirilmesi gereken
bir belgedir. Etnografya ve arkeoloji, geçmiş ile bu günümüzü bağlayan yegâne
kaynaktır.
Aslında sosyoloji ilminin belirlediği ölçüleri
esas aldığımızda, kürtler ve Türkler; ortak yaşam biçimi olan toplumların,
bidayetinde aynı kültür topluluğu olduğunu ifade edebiliyoruz. Nitekim eldeki
verilerin, mezarlıklarının, sosyal yaşantının, gelenek göreneğin, ölüm ve doğum
merasimlerinin, üretim ve tüketim biçimleri, dahası, red ve kabulleri, inanç
örgüleri Türkmenlerle aynıdır. Bir Yörük’e misafir olduktan sonra bir Göçere (Koçer)
misafir olduğunuzda, ağırlamaları, uğurlamaları, ikramları bir olduğuna
hükmetmek çok zor olmayacaktır.
Bu noktadan hareketle, Rahmetli Alpaslan Türkeş’in,
“Türkler ne kadar Türk ise, Kürtlerde o kadar Türk’türler. Kürtler ne kadar Kürt
iseler, Türklerde o kadar Kürt’türler.” İfadesi ile ete kemiğe bürünmüş bir
hakikat olarak ortadadır.
Yakın tarihimizde, 1.cihan harbinde, Milli li
İbrahim bey, Sipki aşireti reisi, Abdülmecit bey, Musa bey, Muşlu Şazıl ağa,
Sasonlu Süleyman ağa, Muşlu Zübeyir ağa (Koloto) (nice bilinmeyenler) bunların
hayatı incelendiğinde, Görülecektir ki,
birbirlerinin mütemmimi olan parçalar gibi aynı milli hamiyete sahip
insanlardır.
O halde ne demeye bu gün Kürtlerle Türkler
birbirlerine bıçak bilemektedirler. Görüntü öyle olsa da, hakikat
farklıdır. Bu hususun yeniden gündeme
taşınması ve böylece anlaşılmasını sağlamamız lazımdır.
Yalan ve yanlış yargılamalarla Kürtlerin içine,
“ Kürt’müş gibi” girip olayları körükleyen farklı etnik unsurlar ve küresel
hegamonyanın piyonlarının tarihi seyir içinde kimlikleri ve Kürtler içindeki
faaliyetleri ile fonksiyonlarını irdelemek düşüncesindeyim. Vicdanlı herkesin,
hem katkılarını hem de eleştirilerine açık olacağımızı da bildirmek isterim.
KÜRTLERİ FARKLI BİR PERSPEKTİFLE
DEĞERLENDİRMEK (2)
Kürt teali Cemiyeti başkanı Dr.
Mehmet Şükrü Sekban, 1. Dünya harbinden sonra, yurt dışın kaçmak durumunda
kalır. Yaşantısını Fransa’da devam ederken, İngilizler ve Fransızlar, Irakta
etki alanları oluşturur, bölgede siyaseti ve jeopolitiği belirlerler. Bu arada,
1.Cihan harbinde, Anadolu’da kurulan genç Türkiye cumhuriyetine karşı yeni
cepheler açmak fikrini hayata geçirmek üzere, İngilizlerle ve Fransızlarla
müşterek hareket edebilecek kişilerle bir “Kürt hareketi” üzerinde karar
verilmiştir. İçeride ve dışarıda mücadele potansiyeli olanlarla temasa
geçilmiş, belli merkezlerde kendilerine lojistik destekler verilmek suretiyle,
yeni bir Kürt hareketini başlatmışlardır.
Bu durumu yönetmek üzere, Dr.
Mehmet Şükrü Sekban bey, Kuzey ırakta, bazen mobil bazen de sabit hekimlik hizmeti
de vermek üzere, bölgede görevlendirilir. Beyanına göre, muayene olmak üzere
görüşme yaptığım “bir Türkmen ile bir kürdü, konuşmadıkları sürece
birbirlerinden ayıramıyordum.” Bu durum onu yeniden düşünmeye sevk etmiş,
emperyalistlere inat, ömrünün sonuna kadar Türk milletinin bu iki asli unsurunu
birbirinden ayırmaya çalışanlara karşı mücadele etmiştir. Rahmetle anıyorum.
Bu dönemde,1886 yılında, Erbil’de
Kürtlerle yapılan toplantıların birinde; “Kürt varlığının korunabilmesi, Kürt
dilinin korunmasına ve geliştirilmesine bağlıdır.” Hükmü çıkmıştır. Bunun yolu
da, Kürt kadınlarının zinhar! bulundukları ülkelerde, İran da, ırakta ve
Türkiye de okullara gönderilmemelidir. Çünkü Kürt dilinin unutulmasının
sağlanmaması için, başka dilleri öğrenmemek üzere, kadınların okutulmaması
yönünde karar alınmıştır. Bilinen bir gerçektir ki, dil anneden
öğrenilmemektedir. Anne çocuğuna öğreteceği dil “anne dili” olmaktadır.
Ülkemizde tevhidi tedrisat yasasıyla okula gitmek zorunlu olmasına rağmen, doğu
ve güneydoğuda kadınların okum oranının düşük olmasını buna bağlamak gerekir.
Nitekim 1965 yılına kadar okullara giden kadın sayısı, il merkezleri dâhil, çok
azdır. Gerekçeleri ise dini Saiklerle gerekçelendirilmek sureti ile de bu
karar, adeta meşruiyet kazandırılmıştır.
Bu husus insan hakları ve mensup
olduğumuz İslam dini kapsamında değerlendirildiğinde, cehalete mahkûm edilen
annelerin, emperyalistlerin gayesine hizmeti kolaylaştırmanın yanında başka bir
fayda sı söz konusu değildir. Zira İslam’ın ilk emri ”oku” dur. Kadın erkek her
Müslümanı kapsamaktadır. Ancak emperyalistlerin hedefine ulaşacağı bir zeminin
oluşumunu sağlamıştır.
Cihan harbi öncesinde, harp
esnasında ve sonrasında, emperyalistlerle birlikte hareket edenler, bir araya
getirilme gayretleri olmuştur. Bazıları hakikati görmek sureti ile karşı duruş
sergilemişlerdir. Buna rağmen, emperyalistlerle müşterek hareket etmek
üzere “Kürt hareketi” adı altında,1912
de karar bağlanan “Wilson prensipleri” doğrultusunda hareket edenlerde
olmuştur.
Kürtler, üzerinde yaşadığı
coğrafyalarda kimlerle beraber yaşamaktadır? Kimlerle sosyo - kültürel
birliktelikleri mevcuttur? Kimlerle siyasi birliktelik içindedirler? Tarihi
süreç içinde en rahat ve müreffeh yaşadıkları dönemler hangi dönemlerdir?
Etnisite bakımından sahip oldukları müktesebat, hangi etnik yapıyla
örtüşmektedir? Dil bilimi (Filoloji ilmi) açısından “Kürt dili” hangi
kriterlere bağlı konuşulan diller sınıfındadır? Yaşadıkları coğrafyalarda,
“dünya hâkimiyet teorileri içindeki fonksiyonlarını irdelemek gerekir. En
önemlisi, Kürtler; küresel güç odaklarının hedefi halindeki coğrafyalarda nasıl
bir misyon yüklenmektedir
Bu konuyu bilimsel temellerde ele
almak ve hissiyattan uzak değerlendirmek gerekmektedir.
KÜRTLERİ FARKLI BİR PERSPEKTİFLE
DEĞERLENDİRMEK (3)
Türkler ve Kürtlerin yaşadıkları
ortak vatanlarında, kardeşlik hukukunu ikame etmelerinden endişe duyan küresel
güçler, tarihin akışında yaşadıkları hezimetleri bir daha yaşamamak için Kürt
ve Türk unsurlarını karşı karşıya getirebilecekleri siyasetler hayat
geçirmişlerdir. Bu husus çok önemli ve kamuoyu tarafından bilinmelidir. Aynı
zamanda Kardeşlik hukukunun ikame edilmesi durumunda, sömürü unsuru olan “mazlum
milletlerin” var olma mücadelesinde, temel insan haklarına bağlı bir hayatın
teminatı ve motivasyon unsuru olacaktır.
1071 Malazgirt meydan muharebesinde
Sultan Alpaslan ve 1187 tarihinde Kudüs’ün fethini sağlayan Selahattin
Eyyubi’nin Kürt ve Türkmenleri kardeşlik hukuku içinde bir arada tutmuş, doğu
romanın en güçlü devleti Bizans’ı ve müteakiben, Haçlı ordusunu yenmişlerdir.
Batı dünyası bu iki gücün bir
araya gelmemesi için her fırsatta ihtilaf ve düşmanlık körükleyen siyasetler
üretmişlerdir. Bu sebeple, batı emperyalist dünyası, etnik ve dini bağlarını
kullanarak, Ezidi, Süryani, Keldani, Nesturi,Pakraduni ve Ermenileri ihtilaf ve
kargaşa yaratmaları için hem istihbarat ve hem de, stratejik faaliyetleri iç bünyede
uygulamaya koymak hususunda önemli işlevler yürütmüşlerdir.
Osmanlı devleti, maiyetindeki
etnik ve dini unsurlarını imparatorluk mantığıyla, sadakat gösterdikleri sürece
hukuklarını korudu ve onlara bazı ayrıcalıklar dahi sağladı. Hem dini hayatları
hem de kültürel haklar bakımından emsali bir daha görülmeyecek toleranslar
yaşatıldı. Denilebilir ki, imparatorluğun, sanat kültür, siyaset ve diplomaside
asli unsur olan Türk ve Türkmenlerden daha avantajlı bir konumun sahipleri
idiler.
Miri toprak sisteminde, Türk ve
Türkmenler, akından akına giden asker sınıfını (seyfiye sınıfı) oluştururken,
diğer etnik yapılar, Enderun marifetiyle Müslümanlaştırmak gayesiyle, kalemiye
(bürokrasi) ve sanatkârlığa, siyasete yönlendirildiler. Askerlik yapmadıkları
içinde bir çeşit vergi olan “cizye” ödemek durumda idiler.
Cepheden cepheye koşan Türk ve Türkmenler,
devletin yönetiminde söz sahibi Enderun’da yetişen gayrı Müslimlerin hedefi
olmuşlardır. Enderun’da yetiştirilen devlet erkânı için “duhterun”(kız
mektepleri) mekteplerinde yetişen gayrı Müslim kadınlarla evlilik yapmak
zorunluluğu getirilmiş, evlilik yoluyla, diğer unsurlarla kaynaşmanın önünü de
kesmişlerdir.
Bir taraftan eş’ari anlayışının
dini hayatımızı etkilemesi, maturidi anlayıştan uzaklaşmasını sağladı. Diğer
yandan gayrı Müslimlerin, devleti Türkmenlere karşı harekete geçirmesi,
Bektaşi-alevi inancının sahip olanlar dışlanmaları söz konusu oldu… Bu tutum,
devlet-millet kaynaşmasının önünde bir engel teşkil etti. Devletin
zayıflamasını sağladı. Devletin zayıflaması ile birlikte bütün etnik guruplar
harekete geçti.
Bunlar olurken, Kürtler devlete başkaldırmadılar.
Hatta şah İsmail ile Yavuz arasındaki savaşta yani çaldıranda, devletin yanında
yer aldılar. Tarihte İdris-i Bitlisi bu hususta örnek verilecek bir değerdir.
Osmanlı imparatorluğu, çok dilli,
çok hukuklu, çok dinli ve çok milliyetli yapısıyla, örneği olmayan bir devlet
yapısındadır. Devlet, sultan tarafından ve saraydan sevk ve idare edilirken,
taşrada devleti temsil eden ve karar mercileri ne hazindir ki, devletin kurucu
asli unsuru olan Türkmenleri dışlamasıyla büyük sıkıntılar yaşadı.
Devşirme Kavalalı Mehmet Ali
Paşanın, mısır valisi iken devlete başkaldırıp, Adana’ya kadar olan bölgeyi
kendi nüfuzuna alması, Osmanlı devletini duyun-i umumi ile karşı karşıya
getirdi. Bu husus Fransızlardan alınan borçlar sayesinde Fransızların Osmanlı
mülki içinde imtiyaz elde etmesini sağladı. Yani kapitülasyonların varlığına
şahit olundu.
Fransızlara borçlanan Osmanlı
devleti, giderek, önemini yitiren ipek yolu ve ticaretin açık denizlerden
yapılması, teknolojik gelişmelerden uzak kalınması, Osmanlının gerileme devrine
girmesine vesile oldu.
Balkanlarda ve Arabistan’da baş
gösteren başkaldırı ve isyanlar, içeride Ermenileri, Rum ve Yahudilerin daha
fazla söz sahibi olmalarını sağladı. Her fırsatı değerlendiren emperyalistlere,
Ruslar da dâhil olunca, Ermenilerin harekete geçirildi ve “Büyük Ermenistan”
ideali yönünde hedef ve güdüleme ile destek verip örgütlediler.
Bu dönemde de, Kürt- Türk kardeşliği karşı
mücadeleyi kazandı. Anlaşıldı ki, Türk ve Kürtler bir arada olurlar ise, yenilmezlikleri
mukadderdir. Öyle ise bu iki kardeşi karşı karşıya getirmek gerekir…
Bu hususta ilk olarak Ermenilerin
bünyede kendilerini gizleyebilecekleri sinsi tezgâhlar kurdular. (Mıgırdıç
Markoşyanın, “Söyle Markos nerelisin?” kitabında tehcir öncesi demografik
hareketten bahsetmektedir.) Birlikte yaşadıkları komşularını, “kirvalarının” ve
aynı vatanı paylaştıkları Kürtlere pusu kurup kılıç çektiler. 1873 ve sonrası doğu
sınırımızdaki Osmanlı -Rus harbi esnasında ve sonrası Rus harbinde, Ruslarla
birlikte, Müslüman Türk ve Kürdün can, mal ve ırzlarına tasallut olup cinayet
şebekeleri haline geldiler. Ermeniler, yaşadıkları mekânları değiştirerek, gittikleri
yerlerde yeni isimler aldılar.
Tehcirden sonra deşifre olanlar
sınır dışı edildi. Ancak deşifre olmayanlar ise, hala içimizde Kürt
kardeşlerimizi tahrik ve teşvik ederek zehirli emelleri için faaliyetlerini
sürdürmektedirler.
Eğer devlet, 1928-1934
tarihlerinde yürürlüğe koyduğu “nüfus tahrir kanunu öncesi kütükleri ve Ermeni
kilise kayıtlarını inceletirse görecektir ki; Bu gün PKK ve bölücü Kürt
hareketinin gerisinde, Ermenilerin mevcudiyeti gün gibi ortadadır. Elbette bu
durumu ortaya çıkarıp, hayata geçirecek Milli bir iktidarın olması şarttır.
Doğu ve güney doğuda artık her
kes bu durumu açık bir şekilde ifade eder durumda ve tarafgirlik içinde bir
oluşumu görebiliyor… Yine küreselci güçler, yani ABD, İngiltere, Fransa,
Almanya, Kanada, İskandinav ülkeleri ve Rusya yanında, dindaşımız komşumuz İran’da,
bu duruma çanak tutmaktadır.
Kürt ve Türk kardeşliğini
baltalayan bu yapıyı ileri bir tarihte belgeleri ile yazacağım. Irak ve
Suriye’de ki Kürt yapılanmaları da aynı şekilde, Küresel emperyalizmin ileri
karakolu hükmünde ve Ermenilerin desteği ile sürdürülmektedir.(Devam edecek…)
KÜRTLERİ FARKLI BİR PERSPEKTİFLE
DEĞERLENDİRMEK (4)
Küresel güç unsurları, başka bir
deyişle kapitalist ülkeler, kendilerinin dışında, hiçbir yapının dirlik ve
düzen içinde, barışı, sevgiyi, hoşgörüyü yaşasın istemezler. Bunun en açık
örneği, Afro- Asyada, kontrol ettikleri devlet
ve milletleri sürekli huzursuzluk ve kargaşaya sevk eden politikaları hayata
geçirmelerinden anlıyoruz. Çıkan kargaşadan, istifade ederek, varlıklarını
meşru kılacak barış tesisi edici rollerini de ihmal etmemektedirler.
Tarihin vücut bulduğu Mezopotamya
veya ön Asya, stratejik olarak emperyalist batının hedefi olarak yaklaşık iki
asırdan beri kargaşanın merkezindedir. Bu gün, bu coğrafyada tarihin
derinliklerinden beri cereyan eden hadiselerin bu günkü tezahürü, jeopolitiği,
yer altı ve yer üstü ekonomik kaynaklarıdır.
Dünya petrol rezervlerinin büyük
bir kısmı bu bölgede olması, enerjinin ülke kalkınmasında ham maddeden daha
öncelikli olması, insanlık tarihinde ışık olabilecek medeniyetlerin
kalıntılarının bu bölgede olması cezp edilmesini sağlamaktadır.
Bu coğrafyanın kadim milletleri
ve vücut bulan etnik yapılar, amansız bir mücadelenin içinde yaşamaya adapte
edilmiş, hayatlarının doğal akışı immişçesine bir kabulün içindedirler.
Bu etnik yapılardan birisi de, günümüzde bu bölgede yaşayan Kürtlerdir.
Kürtlerin tarihi hakkında muhtelif rivayetler olması, hemen her milletin onları
kendi bakiyeleri sayması, Kürtlerin sağlıklı bir şekilde incelenmesini
gerektirmektedir. Sosyoloji, tarih, etnografya ve sahip oldukları kültürleri
yanında dini inanç örgülerini sağlıklı olarak anlayabilmemizi sağlamaktadır.
Yaşadıkları coğrafyalarda,
sosyokültürel benzerlikleri, örf ve adetleri, üretim ve tüketim alışkanlıkları
ve etnografik yapıları Turani kavim olan Türklerle tam olarak örtüşmektedir. Bu
gün dahi, şaman geleneklerinin günümüze taşıyıcı yapısını Kürtlerde görmemiz pekâlâ
mümkündür. Bu konuda çalışma yapan birçok araştırmacı ve bilim adamı bu konuda
hemfikirdirler.
Bu gün, Kürtlerin konuştuğu dil, “Kürtçe”
denilse de, esasen fars dilinin bir “şivesi” veya “ağzı” şeklindedir. Kürtçe
kendi arasında; “sorani” ve “Kurmanci” olarak iki şekilde konuşulmaktadır. Anadolu’nun
kuzeyi doğusunda ve doğusunda “kurmançça konuşulurken, güney doğu ve
Irak-Suriye bölümünde, Zoran lehçesi konuşulmaktadır. Bu iki lehçeyi konuşanlar,
birbirlerini anlamakta zorluk çekmektedirler. Garip bir durumdur ki, AKP
hükümeti TRT ŞEŞ veya diğer adıyla TRT KURDİ olarak yayın yapmak suretiyle bu
iki unsuru kaynaştırma yapacak çalışmaları yapmaktadır. Bölücülerin tezine
kuvvet vermektedir.
TRT ŞEŞ yayına ilk başladığı
zamanlarda, Fransız Kürdoloji enstitüsünden bir yetkili ile yapılan TV
progrmında, bu durumu ikrar ederek, asıl Kürtçenin zoranice olduğu yönünde,
beyanda bulunmuş, Kürt diline “kurmanci” değil de, “zormanci” denmesi daha
uygun düşeceğini beyan etmişti. Aynı programda, 12 Eylül Askeri darbesi ile
nasıl mevziler kazandığını da gururla bahsetmekte idi…
Bölücü Kürt hareketinin en önemli
motivasyon kaynağı ve referansı, konuşulan Kürtçe olmakla beraber, en zayıf
referans noktaları da Kürtçe dilidir. Zira kelimelerin yaklaşık yüzde sekseni Farsçadan
ibarettir. Geri kalan kısımlar ise yakın olduğu kültürlerin dillerinden
ibarettir. Bu iddiayı hem Farsçaya hem de Kürtçeye vakıf biri olarak iddia ediyorum.
Kürtler Farsçayı nasıl
öğrendiler? Asıl can alıcı soru burada yatmaktadır.
Kürt olmadıkları halde, Kürt olduklarını
iddia eden ve bölge kültürünü ortak yaşayarak, kendilerini gizlemiş olan
unsurların bilinmesi ve Kürtlerden ayrıştırılması ise önemli bir sorundur. Zira
Kürtleri daha iyi tanıma imkânına kavuşulacağın inanmaktayım.
Bu vesile ile hem bu coğrafyada
tarihin seyri içinde yaşanan hâkimiyetler, beraberinde göçler ve hâkimiyet
kuran milletlerin etkileri incelenmeye değerdir. Asurlular, İbraniler, Sasaniler,
Araplar, Romalılar, Büyük İskender’in Hindistan seferi… Elbette o coğrafyanın
en kadim milleti Türkleri, Selçuklu ve Osmanlıyı bilmek gerekecektir. (Devam
edecektir…)
YORUMLAR