Göç; kavram olarak, bireyin veya toplumun yaşamını sürdürmek üzere, bir yerden bir yere, süreli-süresiz olarak yer ve mekân değiştirmes...
Göç; kavram olarak, bireyin veya
toplumun yaşamını sürdürmek üzere, bir yerden bir yere, süreli-süresiz olarak yer
ve mekân değiştirmesidir.
Bu değişiklik, isteğe bağlı
olduğu gibi zorunlu sebeplerle de oluşabilmektedir.
Göç; İnsanlığın çok eski (kadim)
bir sorunudur. Zaman ve coğrafya farkı olmadan insan unsurunun yaşadığı her
yerde göçler ve göç olayı yaşanmıştır. İnsanın ve toplumun hayatını doğrudan
ilgilendirdiği için “sosyolojinin “ de konusudur.
Yine göç; İnsanın yerleşik hayat
düzenine geçmeden önce de, yerleşik hayat düzenine geçip modern hayat ile
tanıştığı, toplumun tekâmül (gelişmişlik) dönemlerinde de rastladığımız ve
gözlemlediğimiz bir sosyal olaydır.
Kişinin Özgür iradesi ile bir
yerden bir yere giderek yaşamasına karar verebilmenin dışında, bazı zorunlu
sebeplerin göçü teşvik ettiğini tarih boyunca görmek mümkündür.
İklim şartlarının elvermeyişi,
ekonomik şartların zorlaması, savaşlar, kültürel, etnik ve dini baskılar
yanında can güvenliği tehdidine karşı daha güvenli bir coğrafyayı tercih etmek
üzere yer değiştirmeler, göçte etken olan sebeplerdir.
Bu şartlar günümüzde de
geçerliliğini korumaktadır. Üstelik farklı bir boyut eklenmek suretiyle
derinleştirilmiş sosyal bir problem olarak görülebilmektedir. Yani gelişmiş
ülkelerin ve milletlerin gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerin “artık
değerlerini”(ekonomik ve mali kaynaklarını) istedikleri gibi değerlendirebilmek
üzere, geliştirdikleri jeopolitik stratejilerinin gereği olarak demografik
değişim esasını hayata geçirebilmek üzere hazırladıkları planlar kapsamında
yapılabilmektedirler.
Uluslararası Göç Örgütü
(IOM-International Organization for Migration), 2005 yılında dünya genelinde
yaklaşık 191 milyon göçmen varken, 2010 yılında bu sayının 214 milyonu bulduğunu
belirtmektedir.
İnsanlığın çok eski bir sorunu
olmakla beraber, göçün nedenlerini nitel ve nicel özelliğini derinliğine
inceleme konusunda önemli sosyal çalışmalar yapılmamıştır. Muhtemel göç
olaylarında sergilenen davranışlar ve tedbirlere bakıldığında, buna
hükmedebiliyoruz. Barınma, intikal, beslenme ve hayatını sürdürme ile ilgili ön
çalışmalar ve organizasyonların ancak göç vücuda gelindiğinde düşünülmektedir.
Bu durum, göç edenlerin can ve mal güvenliği, zor şartlarda bulunmaları sebebi
ile iklim ve doğa şartlarının engelleri ile karşılanması, müdahalelerin zaman,
dramatik ve trajik olaylar yaşanmaktadır.
Kuruluş amaçları insan haklarının muhafazası ve temel haklardan
yararlanmasını sağlamak olan Birleşmiş milletler ve uluslararası politikada
etkin güç unsurları (STK - küresel güçler), bu konuda ne yazık ki, politik
çıkarlara göre karar ve müdahale etmektedirler. Bu durum ise insanlık dramının
yaşandığı, sonucu genellikle ölümle biten hastalık, açlık ve sair felaketlerin
yaşanmasını sağlamaktadır. Bu alanda çalışma yapan William Farr, “göçün hiçbir
kesin kanuna bağlı olmaksızın yürüdüğü” fikrine karşı, Ravenstein’in göç
olgusunun genel geçer kanunlarını ortaya koymak üzere kaleme aldığı “The Laws
of Migration” (göç yasaları) makalesi, göç üzerine yazılmış ilk göç sosyolojisi
kuramıdır denilmektedir.
Esas itibari ile göçü teşvik eden
olgular; coğrafi şartlar, zoraki nüfus kaydırmaları, yönlendirilen etnik
oluşumlardır. İsteğe bağlı serbest, kitlesel göçlerden de bahsedebiliriz. Sebep
ne olursa olsun her göçün kendine özgü bir karakteri mevcuttur.
Sağlıklı bir görüş açısıyla
(Perspektif)bakıldığında, göçler, ekonomik, kültürel ve sosyal değişimin
etkisinin hissedildiği sosyal yeni bir olgunun da oluşmasını sağlamaktadır.
Jeopolitik stratejilere uygun
olarak hayata geçirilmekte olan göçlerin varlığını günümüzde daha iyi fark
edebilmekteyiz. Zira günümüzde göç olayları küresel güçlerin belirlediği ve
hedeflediği jeopolitik stratejilere uygun bir karakter arz etmektedir.
Göçün en belirgin neticesi,
demografik hareket neticesinde görülebilmektedir. Nihai hedef, nüfus
hareketleri ile nüfusun sayısal ve sosyokültürel yapısını değiştirmek, sosyo-ekonomik
de değişikliğin isim ve din değiştirme baskıları, sağlanması olarak ta ifade
edilebilir.
Yakın tarihimizde yaşadığımız
göçler, bu minval üzeredir. Bulgaristan’da, Todor Jivkov döneminde yapılan isim
ve din değiştirme baskıları, (kültürel ve dini baskılar), kitlesel göçlerin
oluşmasını sağlamıştır.
Saddam Hüseyin dönemindeki
Halepçe katliamı, Irak’ın kuzey bölgelerinde yaşayan Ezidi’lerin kitlesel
göçünü sağlamıştır. Bunun neticesinde gelişen etnik temelli terör olayları, ülkemizin
öncelikli meselesi haline gelmiştir.
İlerleyen zaman içinde, bölge
teröre teslim edilmiş, ya da çok zor durumlara düşürülmüştür. Nitekim hükümet,
-kabul etmese de- teröristlerle mükerrer defa masaya oturmuştur. Düşük ölçekli
şehir savaşları başlatacak kadar ileri gidilmiştir.
Yine Suriye olayları, çok yoğun
bir göçü başlatmış, hemen hemen, ülkemizin bütün sathına yerleşik bir hale
getirilmiştir. Hâlbuki bu tür göçlerde, önce kamplara alınır, köklü bir
araştırma yapılır ve mahallî bölgelerde (Lokal) ikamet ettirilerek, takipleri
ve ihtiyaçları karşılatılır. Durum böyle olmadı. Halepçe katliamında söz konusu
olan göçte olduğu gibi iş kontrolsüz bir şekilde kendi akışına bırakıldı.
Birçok sosyal olayın acı bir şekilde yaşanması söz konusu oldu. Daha olacakları
da beklenilebilir.
Bu göçler; Küresel tehdit
unsurları, 2. Benedict’in ifadesi ile ve yenidünya düzeni stratejisi, ”üçüncü
milenyumda, Asya’nın Hristiyanlaştırılması” kapsamında ve evanjelistlerin büyük
Yahudi idealini gerçekleştirmek üzere bölgenin sınırlarının yeniden
belirlenebileceği faaliyetlerin bir parçası olarak görünmelidir. Ve gelecekte
kullanılabileceği sosyal topluluklar olarak, göçe zorlanmış Suriyelilerin harekete
geçebilmesi muhtemel bir olgudur. Nitekim Küresel güçlerin Deaş’a eleman
toplama işini bu yolla yaptıklarını kamuoyun da basına yansıyan yüzüyle açık istihbarı
bir durum olarak bilinmektedir.
Geçmişten günümüze Arap
ekalliyetin (etnik yapının) Türkiye’deki önemi ve etkileri bilinmediği ve her
tür etnik temelli olayda etkilerinin olduğu araştırılmalıdır. Özellikle de Türk
Milliyetçiliği fikrine karşı sinsice tepkilerini görmek gerekir. Bu gün
cemaatleşme ve dinimizin devletimize ve milletimizin birliğine karşı
kullanılıyor olmasındaki etkileri, araştırılması gereken bir sosyal realitedir.
Yani Arap etnik yapının içimize sinmiş düşman hüviyetinde olduklarını göremez
isek, diğer etnik ve bölücü terör olaylarına sağlıklı teşhis koyabileceğimizi
zannetmiyorum.
Biliyoruz ki, güney
komşularımızın içinde yaşayan Türkmen soydaşlarımızın Arap yönetimleri
tarafından uygulanan haksızlıklar karşısında çaresiz durumdadırlar. Sosyal,
siyasi, kültürel ve ekonomik olarak varlıklarını sürdürebileceği imkânları
kısıtlıdır. Ancak, bu ülkelerdeki hâkim güçlerle aynı etnik kökenden gelen vatandaşlar
ülkemizin demokratik imkânlarından ve her türlü hakkından istedikleri ölçüde
istifade edebilmektedirler. Doğrusu da budur.
Biraz dikkatlice incelenecek olur
ise Doğu ve güneydoğuda Arapların yaşadıkları yerleşim yerleri terörden en az
etkilenen yerlerdir. terör örgütü girmedi. Hiçbir Arap mutazarrır olmadı. Bu
bile dikkate şayan bir husustur. Aynı zamanda, hem devleti hem de terör örgütü
ile uyumlu bir şekilde yaşayabilmektedirler.
Cumhurbaşkanlığı devlet sistemi
içinde devletin sinir uçlarında görev yapan elemanların Arap ekalliyetinde
(etnik yapısında) olmaları da tesadüf olmasa gerekir. Osmanlı devlet
sisteminde, Enderun’da yetiştirilen gayrimüslimlerin, devletin en mahrem
yerlerinde bulunmalarını sağlayan yapılanma biraz bu durumu andırmaktadır.
Buradan şu anlaşılabilir; Arap
göçü, Arap etnik yapısının Türkiye cumhuriyeti devletindeki devlet
kademelerindeki istihdamın destekleyici bir faktörü olarak demografik yapının
oluşumunu sağlayıcı bir organizasyon gibi görülebilmektedir.
Göç olayı dünyada birçok siyasi
yapılanmayı sağlamıştır. Kavimler göçü ile Türkler ak denizin egemenliğini ve
Avrupa’da Türk varlığını sağlamışlardır. Avrupa’dan Amerika’ya göç, yerli
Amerikalıların soykırıma uğrayarak Avrupalıların orada egemenliği sağlanmıştır.
Birinci dünya savaşında Ermenileri tehcire zorlayan sebepler üzerinde
düşünüldüğünde, dönemin egemen güçleri (Rusya-İngiltere) Ermenilerin bu gün
yaşadıkları güney Azerbaycan topraklarında yerleşimleri sağlanarak, Türkiye
Türklerinin Türkistan bölgesi arasında bir engel oluşumunu sağlamışlarıdır.
İkinci dünya savaşının siyasi neticesi İsrail devletinin kuruluşunu
sağlamıştır.
Bu noktadan hareketle,
diyebiliyoruz ki, göç olayı istila edebilmenin bir yolu olmuştur. Gizli
istilanın adı göçtür.
Karışık bir durum gibi
görünmesine rağmen Arapların Türkiye’ye göçü, gelecekte Türk devletinin başına
açılabilecek kirli bir siyasetin malzemesi gibi görünmektedir. Zira Araplar,
potansiyel bir Türk muhalifi ve gerektiğinde düşmanlık edebilecek bir gücü temsil
etmektedirler.
Suriye ve Iraktan gelen göçmenler
ile ilgili iddia edilen ve duygu istismarı olan “Ensar-muhacir” ilişkisi,
siyasal İslamcıların milliyet düşmanlığı için kullandıkları bir fanteziden
öteye gitmemektedir. Zira onlar muhacir olmanın şartlarını ve gereğini yerine
getirmemelerine rağmen, Türk milleti Ensar olma özelliğini en ince detayına
kadar uygulayabilmektedirler. Bu durum, ne yazık ki; bizim millet olarak
zaafımız olarak görülmektedir.
Türk ordusu ve güvenlik güçlerinin,Suriye’ye yapılan harekatların
bütününü destekliyorum. Ancak Suriyelilerin bu ülkede yaşamaları noktasında
endişelerimi de ifade ediyorum. Kardeşliğimizi istismar edenlerin, sinsi bir tezgah olarak geleceğimize
kast edebileceklerini düşünüyorum. Bu göçün Türk devletini istilaya emelleri
olanların planladıkları karanlık bir oyun olduğunu düşünüyorum.
YORUMLAR