Muhafazakarlık kavramı, siyasi literatürümüze batı Hristiyan kültüründen yerleşmiştir. Tanzimat'la beraber gündeme gelmiş ise de, ço...
Muhafazakarlık kavramı, siyasi
literatürümüze batı Hristiyan kültüründen yerleşmiştir. Tanzimat'la beraber
gündeme gelmiş ise de, çok partili dönemde, yoğun olarak kullanılmıştır.
Kavramı, sorgulamadan günlük hayatımıza kabul edenleri iki kısma ayırmamız
gereğini düşünmemiz lazımdır. Birincisi Hristiyan anlayıştan beslenen sistemin
değerlerini bilerek topluma enjekte edenlerle, bu kavramı batı kaynaklı her şeyi
şartsız kabul eden kimseler ve bunu sorgusuzca kullananlar…
Çoğu zaman kronikleşen sosyal, iktisadi ve kültürel meselelerimizin derinliği üzerinde düşünerek, bu meselelerin sebeplerini irdelemeye çalışmış, içinden çıkılması güç bir mecrada yürüdüğümü anlayınca da, suçu en uygun şarta ve döneme bağlayarak kendimi sıyırmaya çalışmışımdır. Ama hiçbir zaman kendisini inanç örgüsü içinde kabul eden insanlara toz kondurmayı düşünmemişimdir. Nedenini bende bilmiyorum. Belki de kendilerini aşırı masum gösterme becerisinin etkisinde kaldığımdan veya inançları keskin bir biçimde ret eden anlayışın ürettiği korkudan olsa gerektir.
Yaşanmış tecrübeler, elde edilen sosyal ve ekonomik veriler, alt alta ve ya da yan yana getirilince işin rengi değişmektedir. Zira Osmanlı imparatorluğunun yaşadığı “fetret devriden” (Durağanlık devri) günümüze kadar “devletlu” olan bir zümre vardır ki, hayatımızdaki hemen her şeyi belirleyen, iyiyi, kötüyü, ak’ı, karayı bilcümle husus onların belirlediği gibi olmalıdır. Yoksa ötekileştirilir, çaresizleştirilir ve her olumsuzluk onların dışındakilere fatura edilir. Kimdir bu esrarlı sınıf: her kilidin kapısını açabilen, her şey ve herkesle bütünleşebilen, fakat kendisi dışındaki oluşumları kabul etmeyen, onları meşruiyet dışı tanımlayan muhafazakârlık ve muhafazakâr ahlaktır.
İçinde bulunduğumuz toplumsal buhranın kökleri hayli derinlerde görülmektedir. Bu kronik buhranla beraber yaşamaya nasıl alıştırıldık? Bunu anlamanın yolu, tarihi seyir içinde, kültür kodlarımız ve dini akidelerimizin özü ile bu günkü kabullerimizin, birlikte ve aynı platformda değerlendirerek, neticeye ulaşabileceğimiz bir analiz yapmamız ve yargıda bulunabilecek bir imkâna kavuşmamız olacaktır.
Millet olarak milli kültürümüz ile dini inançlarımız arasında bir çelişki olmadığını söyleyebilmek mümkündür. Kültür hayatımızda var olup, dini inançlarımızda var olmayan birçok değer de, “bid’atı hasene” cinsinden şeylerdir. Yani dine muhalif olmadığı için varlığına cevaz verilen şeylerdir.
Hâlbuki milletimiz, insan
hayatını tanzim eden her konuda mutlaka din eksenli düşünmüştür. Bu hususu da
yaratılışımızın gereği olarak, ahlak formunda, toplumsal kabuller olarak
hayatımızda yer etmiştir.
Muhafazakârlığı nasıl tanımlayabiliriz:
Değer yargılarını, inançlarını
koruyan, koruyabilen kimse ve kimseler olarak ifade etmek doğru olur kanaatindeyim.
Peki, ülkemizdeki muhafazakârlık bu tanıma uymakta mıdır? Orası meçhul!..
Hayatımıza egemen olan en önemli
unsur şüphesiz imanımızın ve inancımızın gereği olan dindir. Dinde
muhafazakârlık var mıdır? El cevap; “iki günü denk olan ziyandadır” diyen bir
din “gelişmeciliği” yani “terakkiyi” esas aldığı için muhafazakârlığı kabul
etmez. Çünkü gelişme dinamiğinin, sürekliliğini sağlamak gerekir. En önemli
örnekte, Efendimiz (s.a.s) sahabeleri ile cemaatten devlete giden süreçtir.
Dini terminoloji ile ifade edersek, din “”camid” değildir. Yani esasları
dondurulamaz. Zamanın ihtiyacına göre “içtihada” dayalı olarak gelişme seyri
içinde olmalıdır. Yoksa dinimizin bütün geçmiş ve gelecek zamanlara cevap
verebileceği özelliği nasıl anlaşılabilir. Esas itibariyle bu gün Müslümanların
zilletinin sebebi kendilerini yenileyememe sürecinin içine hapseden “
muhafazakârlık değil midir?
Muhafazakâr zümre, muhaliflerini istediği şekilde adlandırır, tanımlar. Onun kendisini tanımlamasını kabul etmez. Yine muhafazakâr, demokrat olabilir, muhafazakâr, milliyetçi olabilir. Hatta muhafazakâr her yapıyla doğrudan veya dolaylı irtibata geçmede bir beis görmez. Ancak başkasının birlikteliğinin meşruiyetini tanımaz.
Milliyetçilikte de muhafazakârlık olmaz, millet hayatı insanı merkezde kabul eder ve dinamik bir hayatın var olması esasına göre hayatı düşünür ve tanzim eder. Statik bir hayat milletlerin varlığını tehlikeye sokar. Aslında, “statüko” tam da, “muhafazakarlıkla” örtüşmektedir. Ancak Özallı yıllardan bu güne muhafazakârlar, statükoculuğu muhaliflerine karşı bir silah olarak kullanmaktadırlar.
Gerek İslami inkişaf ve gerekse milli inkişaf, muhafazakâr idareler tarafından, siyasi partnerleri olan dış güçlerinde etkisiyle zaafa uğratılmıştır. Örneklemek gerekirse, Menderesin muhafazakârlığı, Bölgede İsrail varlığını temin etmede ne kadar etkili olduğunu hepimiz biliriz. Hiç reaksiyonumuz olmuş mudur? Faraza İsmet paşa bu durumu kabul etseydi neler olurdu bunu hiç düşünemiyorum. ABD’nin bölgede etkinliğini arttıran Kore savaşı ve buna dayalı ABD’nin ülkemiz üzerindeki hegemonyasını başka bir siyaset gurubu yapsa idi, ihanetin en acımasız yüzü ile adlandırılmaz mı idi?
ANAP ve AKP nin takip ettiği ve milletimizin
varlığını sorgulayan uygulamaları, ülkemizde tepki görmüyor ise sebebi
muhafazakâr olmaları değil midir? Elbette öyle… Eğer uygulamaları sol bir
siyaset tarafından uygulansa idi, solcuları mahallelerde barınmaz bir akıbet
beklemez miydi?
Peki, bu süreçlerde dini, milli,
insani, sosyal ve ekonomik kararların hangisi millet menfaatin
İşaret etmektedir? Bunun üzerinde hiç zihin yorduk mu? Hayır!
Bakın muhafazakâr siyasete, komünist,
sosyalist, ateist, maneviyatçı ve kendisini milliyetçi olarak tanımlayan,
aslında milliyetçilikle uzaktan yakından bağı olmayan insanlar bir arada bir
sistemi işletirken, sistemin adına ne diyorlar hiç merak ettiniz mi?
Muhafazakâr milliyetçi demokrat diyorlar. Hayata geçirdikleri sisteme
baktığımızda ise Liberal anlayışa hizmet etmektedirler. Yani liberalist’dirler.
Birisi bunların sistemine muhalefet ettiğinde yaftaları hazırdır. Eğer sol
siyaset mensubu ise “aşırı” solcu, eğer milliyetçi ise “aşırı” milliyetçi, eğer
dindar ise, “aşırı” dinci olarak yaftalanabilmektedir.
Dikkate değer bir husus şudur: insani ve ahlaki olmayan bütün uygulamaların sahipleri olmalarına rağmen, kendilerini “aşırı” ya da, olağan dışı görmemektedirler.
İkiyüzlü siyaset, muhafazakâr siyasetin
karakteri haline gelmiştir. Kelime oyunları ile hukukun mecrasından çıkmalarını
sağlamışlardır.
Şuur altlarında, sadece iktidar, mal ve para hırsı vardır. Ak’ı kara gösterebilme hususunda maharetleri takdire şayandır. Mesela; Özal için eşi “Rahmetli Turgut, bir duble likör içmeden uyumazdı” demesine rağmen, halk arasında ise “sabah namazlarını emir sultan camiinde kılar” denmekte idi…
Tayip Erdoğan, “İslam benim
referansım değildir.” Demesine rağmen, partililer çok ileri giderek onu
peygamber ilan ettiler… Zinayı suç olmaktan çıkaran, domuz etinin kasaplarda
satılmasına müsaade eden, anlayış muhafazakâr anlayışın bilakis kendisidir.
Özetle, muhafazakârlığın
dindarlıkla ilgisi yoktur. İlişkili olduğu tek kurum, liberalizm ve
sekülerizmdir. Yani muhafazakârlık statükodur.
Nesim YALVARICI
YORUMLAR