Soğuk savaş sonrası, dünya yeni bir eksende hareket etmektedir. Sömürgecilik, deşifre olan yüzünü yeni stratejilerle kamufle ederek mev...
Soğuk savaş sonrası, dünya yeni
bir eksende hareket etmektedir. Sömürgecilik, deşifre olan yüzünü yeni
stratejilerle kamufle ederek mevzi kazanmıştır. Dünya da ve bölgemizde gelişen
hadiseleri doğru okuduğumuzda, var olan emareler buna işaret etmektedir.
Özellikle küresel sömürgeciler,
üzerinde yaşadıkları coğrafyalardaki yer altı ve yerüstü kaynaklarını
tükettiklerinden, farklı coğrafyalardaki kaynaklara yönelme eğilimlerini
politik stratejilerinin merkezine almışlardır. Klasik sömürgeci anlayışı, işgal
ederek yerleşmeyi temin etmekte iken, yeni sömürgecilik anlayışı, sömüreceği
ülkeyi kendi sınırları içinde, ekonomik kaynaklar yanında insan kaynaklarını sömürmeyi
de içine alan bir anlayışı geliştirmek esasına göre hareket etmektedir. Ve
işgal ordularını o ülkede, kendi içeriden kendisini temsil eden yeni güçlerle
yapmaktadırlar.
Ülkelerin sosyal ve ekonomik
yapılarına etki edecek operasyonel müdahalelerle, ülkeyi istikrarsızlaştırmak,
uluslar arası müdahalelere açık hale getirmek ve kontrolü, küresel sermayenin güdümündeki
uluslar arası kuruluşların denetimine ve yönlendirmelerine bırakmaktadırlar. IMF,
BM, NATO ve AB bu işlevi yerine getirmekte olduğunu görebilmekteyiz. “Küresel
güç unsurları” olarak işlev yürüten bu gibi kuruluşlar, hedef ülkelerin
kaynaklarını kullanmak üzere politika geliştirdikleri gözlenebilen bir
vakıadır.
Kültürel nüansları işleyerek,
etnik temelli siyasal yapılanmaları ve buna dayalı psikolojik harekât ve terör
oluşumlarını destekleyerek, iç huzursuzluğu ve dayanışma ruhunu, birlikte
yaşama ve barışın doğrudan tehdit edildiği çalışmaları, medya marifeti ile
körüklemektedirler. Kışkırtılan etnik unsurlarla, kargaşa ortamı yaratılarak,
silahlı mücadelenin içine çekilmektedir. Bir sosyal ve siyasal olaya kan
bulaşması halinde ise, hadiselerin seyrinde akıl devreden çıkar ve yerini hissi
yaklaşımın aldığını bildikleri için kaşıdıkça kanatılmakta, kanadıkça da,
olayın mahiyetinin anlaşılmasından uzaklaşılmaktadır. Bölgemizde cereyan eden
hadiseler yaklaşık bu minval üzeredir. Irak, Afganistan, Filistin ve ülkemiz
ufak tefek nüanslar olsada, aynı ortak kaderin kurbanları görüntüsündedir.
Ülkemiz; bölücü terörden bu denli
etkilenmesinin asıl saiklerından birincisi budur. Elbette, terörü tahrik ve
teşvik eden faktörler bununla sınırlı değildir. Ancak bu gün bölgemizin demografik
yapısı ve jeoploitiği, terörün lojistik destek unsurlarını duyarlı bir gözlemle
incelediğimizde bizi bu kanaate götürmektedir.
Bazı noktaları dikkatlerinize
sunmakla belki de farklı bir ufuk turu yapmak şansını yakalayabiliriz. Zira
hemhudut olduğumuz üç ayrı devletin sınırı ile sınırdaş olan bu coğrafyamız,
istikrarsızlaştırılmış bir bölge olarak hassasiyetine uygun bir idari yapılanma
içinde değildir. Yani idari hukukun egemen olmadığı bir sosyal dokumuzun
olduğunu kabul edersek, bu bölgeyi devlet olarak tehditlere açık tutmuş
görünüyoruz. Ayrıca demografik yapının iddia edildiği gibi Kürt
vatandaşlarımızdan oluşmamaktadır. Süryaniler, Ermeniler, Keldaniler,
Nesturiler, Araplar ve yerli Türklerden müteşekkildir. Ancak, bu unsurlar
kendilerini Kürt hareketi içinde gizleyerek, bölgede daha ileri bir harekâta
yelken açmak arzusundadırlar. Bölgede etki bakımından en zayıf unsurlar ne
yazık ki, Kürtlerdir. Var olan Kürt aşiretleri ise, Terör örgütü vasıtasıyla
sindirilmişlerdir.
Bu hadiseyi, bütün yönleri ile
doğrulayacak husus ise, Nüfus tahrir kanundan önceki aile lakapları ve
ekalliyet (etnik)yapıların anlaşılabileceği bir çalışmanın yapılması olacaktır.
Mıgırdıç Markoşyan’ın; “Söyle Markos Nerelisen” kitabında da alenen
bahsedilmektedir. Yani tehcir öncesi adlarını ve aile lakaplarını değiştirenler
belki Doğu Anadolu’dan ayrıldılar, ancak güneydoğudan hiç ayrılmadılar. Ahmet,
Mehmet olarak dolaşıyor durumdadırlar. Bu gün bölgenin iktisadi yapısı onların
elindedir. Bu sistem içinde iktisadi yapı kimin elinde ise siyasi yapı da onu
elinde olacağı gerçeğini herkes kabul etmek durumundadır. Bunu incelemek
günümüzde çok zor değildir.
Ayrıca, ülkeler güvenliklerin her
zaman sınırlarının ötesinde tutmak zorundadırlar. Dikkat edersek bölge
ülkelerinde iç huzursuzluk olduğunda, PKK terörü de, buna paralel olarak artış
seyrine girmektedir. Irak’ın Kuveyt’le savaşı, Irak -İran Savaşı esnasındaki
PKK hadiselerinin artış göstermesi tesadüf olarak yorumlanamaz. Bu dönemde ise,
Barzani – Talabani Kürdistan yapılanmalarında hadiseyi gözden uzak tutmak için
PKK eylemlerini sürdürmektedir. Demek istiyorum ki, Suriye de, Irak da, İran da,
sınırlarını, sınır ötesinden korumak durumunda bu bölgeyi kullanmaktadırlar.
Üstelik bizim devletimizin bu bölgede milli dokuyu sağlayacak etkin
politikaları olmamıştır. Pansuman tedbirlerle, geçici, tedbirler düşünülmüş,
neticeyi güvenlik güçlerinden bekler olmuştur. Şimdi ise güvenlik güçleri,
sınır güvenliği sıfıra indirildiğinden, ancak, kendi mevzilerini koruyabilir
duruma düşürülmüştür.
Politik, kültürel, sosyal,
ekonomik tedbirlerin beraberce yürütüldüğü bir yaklaşım ne yazık ki, söz konusu
olmamıştır. Bu sebeple de millet devletinden kopmuş görünmektedir.
Asrın en büyük yatırımı olan GAP
projesi dahi, bölgenin gelişmişliğine bir katkı sağlamadığını, sadece toprak
mülkiyeti olan çok az bir zümreye hitap ettiği bir vakıadır. GAP projesi, spekülatif
söylentilere bakıldığında, uluslar arası güçlerin mücadele alanı olan bir
gelecek beklemektedir. Devletimiz, GAP projesi çerçevesinde, bütünleşmiş
(entegre) tesislerle milli bir hüviyete kavuşturabileceği bir yapılanmayı
başaramamıştır. Güneydoğuda arsa satışlarının ve mülkiyetin el değiştirmesi
meselesinde, özellikle İsraillilerin etkinliği, bölgede endişe kaynağıdır.
PKK terör örgütü vasıtasıyla,
bölgede panik ve korku egemen kılınmış, kendisine biat etmeyenleri sindirmiş ve
bölgede göç başlamıştır. Köyden kente
kentlerden büyük kentlere başlayan göç, ülke içinde de yeni sosyal ve siyasal
meselelerin oluşmasını sağlamıştır. Göç sebebiyle, terk ettikleri topraklarına
geri dönemeyen vatandaşlar, çok ucuz fiyatlarla elden çıkardıkları
topraklarıyla göçtükleri yerlerde arsa spekülatörlerinden de bir darbe
yemişlerdir. Ülke geneline nüfuz eden terör olayları, göç neticesinde varoşlara
yerleşen vatandaşlarımızın peşini bırakmayarak, bulundukları yerlerde de
hadiselerin içine çekmektedirler. Her göç eden vatandaş, geldiği yerde,
potansiyel PKK yandaşı muamelesi görünce, zamanlauygulanan psikolojik baskı,
onları PKK terörünün kucağına itmektedir.
Esas önemli olan husus, bölgede
sistemli ve tedrici olarak göç olgusunun devam etmesidir. Milli duyarlılıktan
uzak hükümetlerin bu olayı, sadece sosyo ekonomik bir mesele görmelerinde yatmaktadır.
Hâlbuki Kürt vatandaşlar, güvenlik kaygısı ile terk ettikleri yerleri ve
yurtlarının ıztırabını ile yaşamaktadırlar. Yerini yurdunu terk etmiş biri bir
daha geri dönememektedir. Bu durumda iki başlı, şahsi zararları varken, millet
olarak da, her göçü kaybedilmiş bir mevzi olarak algılamamız gerekmektedir.
Bu süreç, Özallı yıllardan buyana
sistemli şekilde devam etmektedir. Arazilerin el değiştirmelerinin etnik ve
stratejik boyutunu incelemek ve tedbiri ona göre düşünmek gerekir. Jeopolitik
duyarlılık fikri ile bölge halkının göç olayına yeniden dikkatlerinin çekilmesi
lüzumu vardır.
Kürt vatandaşlarımızı, PKK terör
tehdidinden kurtarmak aciliyet arz etmektedir. Gerek terör örgütü ile organik
bağı olanların siyasi inisiyatif olmaları, gerekse güvenlik açısından
korunmasız olmaları, çaresizliğe düşelerini sağlamıştır. Ayrıca, İktidardaki
AKP içindeki PKK paralelinde düşünen bütün kadroları ve önerilerini gözden
geçirmek gerekmektedir. Hakeza, sol siyaset içinde bu durumu destekleyen
unsurları da ikna etmek gerekir.
Zira bilmeliyiz ki, PKK olayı
Kürt etnik yapısını oluşturmaya dönük bir hareket değildir. Öyle olsa idi, Kürt
vatandaşlar kendi yurtlarından göç etmezlerdi. Etnik temelli hiçbir siyasi
hareket, bulunduğu bölgeyi terk etmemektedir. Bilakis, bütün yatırımlarını kendi
yaşadıkları bölgeye yaparlardı. Bu anlamda, Fransa’da Korsikalıların, İspanyadaki
Kaledonların, İngiltere’de İrlandalıların göç etmedikleri, bilakis bütün
yatırımlarını ve kaynaklarını kendi memleketlerinde değerlendikleri bir hakikattir.
Buna karşılık, güneydoğuda işsiz
kalan halkın, çareyi Karadeniz ve Çukurova’da bulması, zor zamanlarında nereye
ve kime gitmesi gereğini, adeta zihinde kodlamış olmasına rağmen, bu durumu ne
idareciler nede siyasiler anlamlandırmaktan çok uzaktadırlar.
Peki, şimdi nihai ve fiili durum
nedir?
Doğrusu o bölgeyi gözden çıkarmış
bir iktidar, sadece karakolları korumaya çalışan güvenlik birimleri ve
ortalıkta istediği yönlendirmeleri yapmakta olan PKK ve DTP’liler vardır.
Referandumla elde ettikleri psikolojik avantajları uygulamaya sokmaya
çalışmaktadırlar. Boykotlar, kepenk kapatmalar v.s… vatandaş tedirgin ne
olacağını beklemektedir. Her sabah kapıları çalınıp, nümayişlerde bulunmak
üzere sokağa zorlanmaktan bıkmışlardır. Fiziki olarak da yorgun durumdaki halk,
hükümetin umarsızlığı ve durumu kabullenmesi sebebiyle, onlar da durumu
kabullenmiş görünmektedir.
Bir süre sonra, Talabani ve
Barzani güçlerinin Süveydi Kürtlerini Irak’ın kuzeyinden Amerika’ya göçe
zorladıkları gibi, Kürt vatandaşlarımızda, göçmek zorunda kalmaya aday
durumdadırlar. Zira o bölgede, PKK ve destekçileri Kürtleri istememektedirler.
Ermeni, Süryani, Arap ve diğer küsurat ekalliyetlere bırakacaklardır. Zira
Kuzey Irakta Kürt olarak adlandırılan Peşmergeler, aslında Beluci ve Lur asıllı
kanun kaçaklarının oluşturduğu ve zaman içinde çoğalarak hâkim duruma gelen bir
gurupturlar. Gerçek Kürtler Süveydilerdir. Ve o bölgeden tamamen temizlenmiş
durumdadırlar.
“Milli Görüşçü” mücahitler, mili
endişeden uzaklaşalı bir hayli olmuş. Onlar; kuzey Irakta Müteahhitlik
yaparlarken, kuzey Irakta Peşmerge güçleri, Türkmenleri yeni nüfus kütüklerine
Kürt olarak kaydetme çalışmaları içindedirler. Irak parlamentosundaki Türkmen
Milletvekilleri, Kerkük, Musul, Erbil, Selahattin, Tuzhurmatı, Beşir, Reşadiye
Tel afer ve diğer bölgelerde tek tek aileleri gezerek, Türkmen nüfusun mutlaka
milliyetlerini Türkmen olarak yazdırmaları hususunda çalışmalar yapmaktadırlar.
Ama sayın dışişleri bakanı ve maiyeti bu konuda ölüm sessizliği içindedirler.
İç göç bütün hızıyla devam
etmektedir. Ermeni ve Süryaniler ise, bölgemize geri dönüş süreci
başlatmışlardır. Yakın zamanda, yöresel isimlerin konulmasına ön ayak olan Sayın
Cumhurbaşkanımızın Himayelerinde Ermenice isimler, Süryanice isimler yeniden
yörelerimize isim olarak konulacaktır. Eğitimle başlayan boykot, giderek
yaygınlaşacak ve besleme basın bunu demokratik bir davranış olarak tanıtacaktır.
Ezan sesleri yerine çanlar çalınacaktır. Öğretmen, polis, hemşire, memur
öldürülerek o bölgede tabir yerinde ise “genosit” uygulanması süreci, şimdi de
din adamlarına yönelmesi iyi okunmalıdır. Böylece Müslüman unsurlarda
istenmediği algısı ortaya çıkmaktadır. Çünkü dini hamiyet, din kardeşlerinin
birbiriyle bırakın öldürmeye, dargın olmaya dahi cevaz vermemektedir. Böyle
olunca da kanla beslenen bir yapını hedefi şimdilerde din adamları olmuştur.
1912 Wilson prensipleri
çerçevesinde ifadesini bulan “Şark Meselesi” için zamanın geldiğine karar veren
Küresel tehdit unsurları, iktidarın hükümet olma sarhoşluğu sayesinde, adım
adım mevzi kazanmaktadırlar. Esas gayeleri “Türkleri Anadolu’dan çıkarmak” olan
projede, öz be öz Türk olan Kürtlerinde o bölgeden çıkarılması gereği vardır.
Zira her Kürt kardeşimiz katledildiğinde, Selahatin-i eyyubiden alınmış bir
intikam hissi oluşmakta zihinlerinde… “Son haçlı ordusu” bütün cephelerden
hücum etmesine rağmen, hilalin mahzunluğu, Müslümanların gaflet uykusunda
olduğuna işaret etmektedir.
Referandumda yüksek seçim kurulunun,
plebisit esasını da getirmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Referandum evet-hayır oranı ne olursa olsun, bölgedeki bölücü yapıya meşruiyet
kazandıran bir netice sağlamıştır. Şayet “hayır”da çıkmış olsa idi durumun
değişmeyeceği ortadadır. Yani referandumun kazananı sadece bölücüler
olmuşlardır.
Her şeye rağmen, bu bölge insanı
milli bütünlük fikrinden tamamen uzak değildir. Ancak, devlet gündelik
polemiklerden kurtulabilecek bir idari yapı içine girmelidir. Batıya şartsız
biat etmiş mevcut hükümetin bu işte karşı tarafı temsil ettiği görüntüsü
vardır. Kürt aşiretlerinin yerinde ziyaret edilmesi, bu hassas durumun
kendileriyle paylaşılması ve en önemlisi mutlaka, PKK derdest edilmesi, ortadan
kaldırılması gereği vardır. Aksi halde uluslar arası diplomasinin müdahalesine
açık hale getirilmiş olan bölgemizin meselelerini, masada savunabilecek bir
“milli duruş” görünmemektedir.
YORUMLAR