Türk milliyetçiliği fikriyatını, sosyolojik zeminde incelediğimizde; ilk tespit edeceğimiz husus, Türk milliyetçiliğinin var olmasını...
Türk
milliyetçiliği fikriyatını, sosyolojik zeminde incelediğimizde; ilk tespit
edeceğimiz husus, Türk milliyetçiliğinin var olmasını sağlayan temel dinamiğin,
“harsa” dayalı olmasıdır. Hars:
Kültür anlamına gelmektedir. Kültür ise en dar anlamı ile ifade edersek,
insanların tarihi süreç içinde yaşantı yoluyla elde ettiği değer ve kabullerin
bütünüdür. İnsanın hayat tarzı ile ilgili olan giyim-kuşam, yeme-içme,
örf-adetler, düğün-dernek, insanlarla münasebet (iletişim) kurmada sarf edilen
estetik, iktisadi hayat, zirai hayat, yaşadığı mekân ve donanımı, devlet
terbiyesi ve algılama biçimi gibi geniş bir yelpazede de düşünülebilir.
Üzerinde
yaşadığımız dünyada homojen (Tekdüze) bir yapının olmadığını kabul edersek,
çeşitli vesilelerle birlikte olan farklı kültür unsurlarını bir arada, ancak
tek bir gaye etrafında toplamak sureti ile birlikte muhafaza edebiliriz. Bu da
ancak ortak akıl, ortak şuur, ortak değerlerin meriyette (yürürlükte)
olabileceği bir hayat tarzı ile mümkün olabilmektedir. Bu yapı içinde kendisini
Türk kabul eden herkes, asli unsurumuz ve bizim bir parçamız kabul
edilmektedir. İşte bu gün, Türk milletinin varlığını bina ettiği temeller budur
ve bunun adı, Türk Milliyetçiliğidir. Ve Türk milli kültüründen kuvvet alan bir
hukuki devletin tanzim edeceği, kültür devleti de milli devletimizin adıdır.
Zaman içinde,
çeşitli göçler, savaşlar ve bazı tabii afetler neticesinde oluşan demografik
hareketler, (nüfus hareketleri) farklı kültürleri bir arada yaşamaya mecbur
etmiştir. Burada barış ve huzurun sağlanabilmesi, insanların birbirlerine karşı
hoşgörü içinde davranabileceği bir hayat akışı içinde ve saygı çerçevesinde
davranan bir yapı kazanacağı bir ortam sağlayabilecek olguları kabul etmesi ile
mümkündür.
Türkistan’dan
kopup gelen Türk boyları akın akın Anadolu’yu vatan edinirlerken, aynı zamanda
farklı kültürleri de tanıma fırsatı bulmuşlardır. Yeni yurduna kendi birikimi
olan bozkır kültürünü sunarken, yerleşik kültürleri de tanıyıp özümsemeye
çalışmışlardır. Buda ve Brahma kültürü, Mecusi kültürü ve Hıristiyan batı
kültüründen hem etkilenmiş, hem de bu kültürleri etkilemiştir. En canlı kanıt
ise Osmanlı mimarisi ve mehter bölüğünün kullandığı çalgı aletleri (enstrüman)
dir. Fethedilen her milletin kültürünü yaşatabilmesine imkân verilmiş, aynı
zamanda bütünün bir parçası haline getirilmiştir. İmparatorluğa dâhil olan her
kültür ve kültür unsuru önemsenmiş ve korunmuştur. Bu süreç; “insanı
yaşat ki devlet yaşasın” anlayışının gereği olarak kabul edilmiştir.
Ancak her zaman kendi “özgün” yapısını koruyabilmiştir. Bu uygulama, milli
dokuya gereken ihtimam verilmediğinden, ne yazıktır ki, zamanla devletin
aleyhine kullanılmış bir husus olarak karşımıza çıkmıştır. Beklide Osmanlıyı
yıkıma götüren sürecide hızlandırmıştır.
En fazla demografik hareketlerinin
yaşandığı coğrafya’lar, Türk milletinin üzerinde yaşadığı coğrafyalardır.
Hindistan’dan Avusturya’ya kadar yayılmış olan bölgelerde, Türk milleti ile
diğer milletlerin birliktelikleri günümüzde dahi fiili durumunu korumaktadır.
Ancak. Anadolu coğrafyasının homojen bir yapı sergileyecek bir ekseriyetle,
milli mensubiyeti Türk olan insanların yaşadığı bir coğrafya olduğu bir
vakıadır. Hem devletin hukuki varlığı, hem de bu coğrafya “Türk” adı ile anılmaktadır.
Yine ülkemizde “azınlık” kavramı sadece; çok az sayıda Hıristiyan Rum;
Hıristiyan-Gregoryen Ermeni, Süryani, Keldani, Nesturi ve Yahudi cemaati için
kullanılabilmektedir. Geri kalan unsurlar, asli unsur olarak kabul görür. Çünkü
bizim için azınlığın belirleyici unsuru kültürdür. Etnografların ortaya koyduğu
gerçek tespitlerde bu merkezdedir. Tarihçilerin görüşleri de böyledir. Kürtler,
Çerkezler, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar ve kısmen Gürcüler asli unsur olarak
kabul edilirler. Hatta bizimle bütünleşmiş Araplar dahi, asli unsur
sayılabilmektedirler. Biz bu topluluklarla binlerce yıl bir arada kalarak ortak
bir kültür oluşturmuşuzdur.
Boşnaklar,
Arnavutlar, Pomaklar ve Gürcüler; tarihi süreç içerisinde, fethedilen
topraklara, “Türkmen obalarından” Türk nüfusunun yoğunluğunu arttırmak maksadı
ile takip edilen siyasetlerinin gereği olarak, yerleştirilmiş “evladı fatih
anlardan” başkası değillerdir. Ve hepside hala “Yörük” oldukları ile iftihar
etmektedirler.
Fakat Kürt dediğimiz Türkler ise;
Anadolu ve hinterlandındaki coğrafyalarda, Türk ve Türkmen kardeşleriyle hiç
ayrı kalmamışlardır. Ne var ki, imparatorluğun milli dil politikasının zaafı
olarak algılayabileceğimiz, Farsların (İranlıların) etkisinde konuşulan
Esperanto özelliğindeki “Kürtçe” diye ifade edilen dili konuşmaları sonucu,
zamanla kendilerini “tecrit” ettikleri gözlenmiştir. Tarih boyunca düşmanlarını
kahreden Türk ordularının “muzaffer” askerleri olarak hep birlikte mücadele
etmişlerdir. Barış zamanlarında ise, vatanlarını beraberce mamur etmişlerdir.
Biliyoruz
ki, haçlıların (batının) “Şark Meselesi” çerçevesinde yürüttükleri
siyasetlerinde, Ermenilerle elde edemedikleri neticeyi, “Kürt” kardeşlerimizle
denemeye çalışmaktadırlar. Doğrusu devletimizin içindeki sıkıntılı durumu ve
basiretsiz siyasetçilerin zayıflıkları sebebiyle mesafe aldıklarını da üzülerek
ifade edebiliriz “Şark Meselesi”nde takip edilen siyasetlerde “Kürt” kartının
oynanmasından elde etmeye çalıştıkları netice ise, asli unsur olan Türk – Kürt
kardeşliğini bozmak ve “Şark Meselesinin” ikinci ayağı olan Türklerin
Anadolu’dan çıkarılmasını ucuz yoldan halletmektir. Burada Yahudi ve diğer
azınlıkların etkileri ve fonksiyonelliklerini de inkâr etmemek gerekir…
Osmanlı
imparatorluğunun gerek Avrupa’dan ve gerekse Afrika’dan, çıkış serüveni bu tür
uygulanan siyasetle olmadı mı? Elbette ki aynı oyundur. Bu gün hazırlanan
“etnik tuzak” bu oyunun sahnelenmesinin adıdır. Yine bu gün “Kürtçülüğün”
tahrik ve teşvik görmesinin ardında bu haince emeller yatmaktadır. Tanzimat’tan
günümüze kadar, iç ve dış düşmanlarımız çeşitli mertebelerde “Kürt”
kardeşlerimiz üzerine hesaplar yapmaktadırlar. Fakat sarf ettikleri onca maddi
ve manevi çabaları kısa zamanda netice almalarını sağlayamamıştır. “Kürt Teali
Cemiyetinin” faaliyetleri, istiklal savaşımızın hemen sonrasındaki bazı “iç
kalkışmalar”, arzu ettikleri neticeye ulaşmalarına imkân vermemiştir. Böyle
olunca da iç bünyede kalıcı etki sağlayacak ve geniş bir zaman dilimi içinde,
doğrudan asli yapı üzerinde sinsice bir tezgâh kurularak, ince ince işlemeye
başlanmıştır… Bu oyunu nasıl sahneye koymuşlardır? Yahut nasıl bir yöntem
uygulayarak neticeye ulaşmaya çalışmaktadırlar? Bizim izah etmemiz ve dikkat
çekmemiz gereken husus aynı zamanda sorularımızın cevabı niteliğindedir.
Bir hususa doğrudan
dikkat çekmekte fayda görmekteyim. Küresel sermayenin kontrolünde hareket
etmekte olan, kısaca “medya” denilen kuvvet; esefle ifade etmeliyim ki, dış
güçlerin emellerine hizmet etmekte olduğunu, milli ve manevi değerlerimizle adı
konmamış bir savaşın öncü kuvvetleri gibi hareket etmektedirler. Medyanın
paralelinde faaliyet içinde olan; basın ve yayın organları, tiyatro, sinema,
edebiyat, gazete dergi, radyo ve televizyonlarla, roman ve magazin nitelikteki
her türlü basılı yayınlarda, insanımızı iki sınıfa ayrılmıştır. Birinci sınıf,
Aristokrat sınıf ki; bu sınıf aynı zamanda batı ile uyum sağlamış,(Entegre
olmuş) batının kontrolüne girmiş, hayatını batının isteklerine göre düzenlemeye
çalışan bir sınıftır… Kendilerini birinci sınıf insan sayan, kendileri dışında
kilerini önemsiz gören “megaloman” güruh… Aynı zamanda, kamu imkânlarını sonuna
kadar sömüren, acımasız Man kurtlar… Kendilerine göre yaşamayan herkesi
aşağılayan hasta ruhlar… Kendilerini, Çağdaşlık! Yaftası ile sunmaktan başka
bir özellikleri olmayan budalalar… Memleket meselelerine “sırça köşklerden”
bakıp ahkâm kesen ukalalar… Haksızlık yapan kuvvetlinin yanında, haklı olan
çaresizlerin ensesindeki zalim namertler… Fuhuş ve uyuşturucu “bezminin”
müdavimleri, devlet erkânının “dalkavukları”… İkinci sınıf ise hayatlarını
devlet ve milletin varlığına adamış, vatan ve milletine ait değerleri “ibadet”
vecdiyle seven, vatanını canından aziz bilen, kendisine devletinin sunduğu her
şeye kanaatkâr bir eda ile sabreden, hakkına razı olan, istendiğinde
sorgulamadan verebilen, vefakâr ve sadık bir sınıf…
Birinci sınıf olarak bize takdim edilen “şikem
perest” (Mideci veya midesine düşkün) sınıf, aynı zamanda batının kontrol edip
yönlendirdiği sınıftır. İkinci sınıf ise milletini ve memleketini karşılık beklemeden
sevebilen sınıftır. Aynı zamanda bahse konu olan bu birinci sınıf, uzun bir
zaman dilimi içinde kamu imkânını ve devlet inisiyatifini milli dokumuza zarar
verecek nitelikte kullanmaları anlaşılmasın diye de, sureti haktan görünüp
haksızlık yapan ikiyüzlülerdir…
Bölücülüğü
veya “Kürtçülüğü” tahrik eden gelişme serüveninde, yukarıda ifade etmeye
çalıştığımız “aristokrasi” sınıfı ve “efendilerinin uşakları” basın yayım,
tiyatro roman, gazete, dergi gibi milletin haber ve bilgi kaynaklarını ele geçirip,
milleti yanlış bilgi ve yanlış yönlendirme ile “bozgunculuk” yapmaktadırlar.
Maalesef; bu radyo televizyon, telekomünikasyon unsurları dâhil, haberleşme
sektörü bu zümrenin kontrolünden kurtarılamamıştır. Toplumu, siyah-beyaz
anlayışı ile bölüp, programlarına uygun motifler üreterek, kamuoyuna öylece
sunmaktadırlar. Bu hususta en bariz örnek, ŞARK İNSANIMIZI takdim ettikleri
motiflerdir.
Herkes
hafızasını birazcık yoklasın lütfen. Doğu insanımızın, sinema, tiyatro ve
romanlardaki yüklenilen rollerine bir kere daha dikkat etsin, görecektir ki, cahil, ham, kaba, estetikten uzak, hırsız,
fedai, kaçakçı, katil gibi motifler işlenmek suretiyle, aşağılanmaları
yıllarca sürmüştür. En insaflı tanımlayanlar da, onu mahalle veya iş yeri
bekçisi olarak, hikâyelerinde saflığı, salakça hareketlerin faili rolleri
vermek suretiyle, güya rütbelendirmişlerdir. Hâlbuki kendilerine “KRO” diye
hitap ederek muhatap oluğunuz o insanlar zor zamanlarda varını yoğunu bu ülkeye
hesapsızca verebilecek kadar serdengeçtidirler… 1974 Kıbrıs barış harekâtında,
yaşları 60-70’ini bulmuş insanların askere alınmak için askerlik şubelerinin
önünde günlerce kuyrukta beklediklerini, gözlerimle görmüş biriyim.
Daha da anlamlı bir şekilde ders
aldığım bir olayı nakledeyim:
Diyarbakır’da çalıştığım yıllarda
orada tanıştığım bir arkadaşımın hastanede yatan babasını ziyaret ettiğim.
Ziyaret esnasında, amca dedim;
— Sen yaşını başını almışsın çocuklarında şehirde her ikisi de mühendis,
işleri de iyidir, sat çifti - çubuğu, şehre yerleş ve torunlarının gözlerinin
içine baka baka onları büyüt dedim. Öyle bir tepki gösterdi ki, “keşke
demeseydim” dedirten cinsten bir cevap verdi.
Ve dedi ki;
— Bak oğul, çocuklarım seni çok
seviyor, bende tanıdığımdan beri takdir ediyor ve seviyorum. Sakın bir daha
böyle bir şey ifade edeyim deme.
Çünkü ben o mezralardan ayrılırsam, devlet oraya karakol kurmak mecburiyetinde
kalabilir…
Ona; “KRO”,
yani “ULAN” dediğinizde, onun insan olarak nasıl kırıldığını, onuruna son
derece düşkün olan şark insanının haleti ruhiyesini anlamak için, bir kere
“empati” yapılması, vahametin anlaşılmasına yetecektir. Hele, dinine milletine
bağlı o insanları, sarhoşları ve ayyaşları eğlendirmeye dönük programlarda,
“çeşni” olsun diye alay konusu yapılması daha da vahim bir rezalet değil midir?
Bu gün televizyonların, günlük programlarını izleyiniz, bundan öte bir
yaklaşıma rastlayamazsınız.
Peki,
bunda ne gibi olumsuzluklar var diyeceksiniz? Evet, baştan sona kadar
olumsuzluk ve ihanetle eşdeğerde bir uygulamadır. Zira bölücülüğün
propagandasını yapanlar işlenen bu konuları, sanki Türk milletinin ya da
Türkiye Cumhuriyetinin resmi kanaati gibi imişcesine aktarmaktadırlar. Vahamet
işte buradadır. Propaganda yapılırken onun hissiyatına doğrudan hitap etmenin
oluşturduğu psikoloji ile her zehri enjekte etmek oldukça rahattır. Oportinist
anlayış, yani kişinin içinde bulunduğu durumdan istifade etmek anlayışı bu
değimlidir? Üstelik son elli yıldır, şarkta siyaset yapanlar bunu
siyasetlerinde kullanmıyorlar mı? Gelinen nokta işte ortadadır… Altmışlı
yıllarda, CHP, TİP gibi sol siyaset, sonraki yıllarda, milli selamet, Özal’ın
Anavatan partisi, AK PARTİ ve aynı tezgâha katılan Ağar’lı DYP…
Anadolu’nun
Türkleşmesi, şarktan başlamıştır. Yani Anadolu Türklüğünün kapısı
Malazgirt’tir. Güneydoğu, Artuk oğullar ve Dülkadir oğlu beyliğinin bakiyesi
olarak Türk’tür. Ve Türk kültürünün motifleri en canlı biçimde yaşanan bir
bölgemizdir. O bölge insanımızı ihanet
şebekeleriyle müşterek hareket eden medya ve basında ki çetelerin insanımızı
takdim ediş şekli doğru değildir. Onlar, bakışlarını “efendilerinin” emriyle
değiştirmeyecektir… Ancak Türk milletinin bekasını gaye edinen “milli şuur”
sahipleri, onlara dur demesini başaracaktır. Bilindiği üzere her uzvumuz yalan
söyleyebilir ve karşımıza ki de bu yalana aldanabilir. Ancak gözler yalan
söylemez. O zaman bakışlarımızı değiştirmenin ve şarklı kardeşlerimize bakış
açımızı, aklıselim ölçüsünde kullanmamız gerekmektedir. Bu asil iradeyi,
Müslüman Türk milliyetçileri başaracaklardır…
Bu
gün yaşanan üzücü gelişmeler sayesinde, iç göçlerle doğu ve Güneydoğulu
kardeşlerimiz ülkemizin her tarafına dağılmışlardır. Bu iç göçlerin sebebi
yaratılan karışıklık ortamında, yerinden yurdundan edilen insanımızı, ülke
genelinde huzursuzluğun içine itmek ve yaygın bir kardeş çatışmasını
körüklemektir. Batıya şu veya bu şekilde gelmiş olan kardeşlerimizin ihanet
şebekelerinin ağına düşürmemek için; onlara “potansiyel tehlike” imiş gibi ön yargılardan uzak durmak gerekir.
Bilmeliyiz ki, onlar bölücülerin oynadıkları oyunun neticesinde yerlerinden
yurtlarından ayrılmışlardır. Tekrar onların kucağına itebileceğimiz bir hataya
düşmemeliyiz…
Müslüman–Türk
milliyetçileri, bu hassasiyeti gösterecek ferasete ve cesarete sahiptirler. Ve
şarkın mağrur ve asil evlatları da, düşmanın oyunu bozacak kadar iradeli ve
sağduyuludur. Haince hazırlanan oyunları elbirliği ile bozacaklardır. Çünkü gün
birlik günüdür. Yanı başımızda, ırzı, namusu, vatanı pay mal edilen; Irak’ta, olanlardan ders alacak kadar akıllı
değil miyiz?

YORUMLAR