Milletlerin kaderlerinde garip tecelliler vardır. Bazen ehil olmayan, ancak sadık olan devlet adamları devleti yönetirler. Yönetme esnas...
Milletlerin kaderlerinde garip tecelliler vardır. Bazen ehil olmayan, ancak sadık olan devlet adamları devleti yönetirler. Yönetme esnasında, yönetim zaafı içine düşerek, devleti zora sokabilirler. Ancak ehil olup, sadık olmayanlar ise devleti ustaca yönetip, geri dönüşü zor felaketlere düşürürler. Bu iki durum, sıklıkla görülen vakıadır.
Tarihe bakıldığında, devlet
geleneğine sahip milletler, varlıklarını koruyabilmek için, muhtemel tehlikeler
karşısında, mutlaka bir çıkış yolu aramışlardır. Bazen çok ağır şartları ihtiva
eden taahhütlerin altına imza atmışlardır. Ancak o şartlarda dahi, bir sonraki
adımı atabilmenin zeminini düşünmüşlerdir.
Bunun için, milletlerin
karşılaşabileceği problemleri, yöneticilerin (devlet erkanının) bilmeleri
önemlidir. Problemleri derinlemesine ve her cephesinden tanımaları lazımdır.
Karşılaşabileceği olayların kendi lehine bir netice vermesini sağlaması
gerekmektedir.
Olaylar eşya gibidirler.
Tanımlayabilmek için muhtevalarını anlamak gerekir. Bütün olarak ve her
cepheden bakmak gerekir. El yordamı ile anlaşılmazlar. Yanılmalar olur. Üstün
körü değerlendirmeler büyük kayıplara sebep olur. Geri dönüşü olmayan bir yola
girmiş oluruz.
Sonradan yapılacak düzeltmelerde
de, netice alınmaz. Tıpkı sıkılan macunun geri alınamayışı gibi…
Tarih şuuru ve milli değerler ile
beslenemeyen siyaset ve devlet erkânı, milletin geleceğini tehdit edebilecek
kararları alabilme durumunda kalma ihtimali, her zaman yüksektir. Zira
milletlerin yüksek ideallerinden, geçmiş ve geleceğinden kopmadan, yüksek
ideallere doğru bir çalışma içinde bulunamazlar. Geleceklerini tehdit
edebilecek her gelişmeyi milli ferasetten yoksun olacakları için
göremeyebilirler. Vakıf olmadıkları milli kültür ve tarih şuuru eksikliği
(nakısası) sayesinde, olayların akışında mecranın onları nereye götüreceklerini
bilmeyebilirler.
Bu gün, ne acıdır ki, devlet
erkânımız milliyet şuurundan ve kültürel değerlerden uzak beslenmiş olduğu
görüntüsü vermektedirler. Devlet hayatımızı tehdit eden unsurları ve yine
millet ve devlet hayatımız için var olan fırsatların farkında değillerdir.
Farkında olmadıkları ve algılayamadıkları konuları başkalarının delaletiyle
yapmaktadırlar. Bu da millet ve devlet hayatımızda irtifa kaybına sebebiyet
vermektedir.
Son günlerde siyasi iktidar;
“Kürt açılımı”nı bir proje olarak sundu. Muhtevasını kendilerinin de bilmediği
bu projeye, herkesi ve her kesimi destek vermeye çağırdılar. Kendileriyle gizli
kapılar arkasında anlaşmaya vardıkları kişi ve kurumların dışında kimse ne olup
bittiğini bilememektedir. Anlaşılan kendilerine tepeden inme sunulan bu
projeye, tepeden inme bir usulle kabul görmesini istemektedirler. Peki, bu
şartlardaki AKP’nin “Kürt açılımı”na nasıl bir anlam yüklenmesi gerekir?
Kürtler bu ülkede hangi kanuni
hakları kullanamamaktadır? Nereye serbest iradeleri ile girip
çıkamamaktadırlar? Hangi işlerde istihdam ettirilmemektedirler? Dahası hangi
meseleleri vardır ki devlet onları “tecrit” ediyor?
Ama bir mesele vardır ki,
fakirlik ondan kaynaklanmaktadır, eğitimsizlik ondan kaynaklanmaktadır, terör,
uyuşturucu kullanmak, fuhuş ve bil umum kötülükler… Oda, sermayenin
egemenliğinden kaynaklanan adaletsiz paylaşımdır. Bundan ise milletin yüzde
doksan beşi etkilenmektedir. Yani milli bir meseledir. Belki doğu ve güneydoğulu
vatandaşlarımız fazlaca etkilenmektedirler. Bu mesele sistem meselesidir ve
bunu ifade edersek hep beraber mücadele ederiz ancak bu sistem Türkünde Kürdün
de belini bükmüştür… Asıl mücadele bu olması gerekirken, etnik temelli bir
mücadele bu hayâsız sistemin varlığına katkı sağlamaktadır. Siyaset yapanlar
ise, bir eli yağda bir eli balda bu işe çanak tutmaktadırlar. Bakın bir tek
fakir kişinin siyaset yapabilme imkânı var mıdır? O halde “ Kürt meselesi”
dediğiniz olay, ortalığı bulandırıp balık avlamaya çalışanların işine
yaramaktadır. Bunlar her kimse… İster Cumhurbaşkanı olsun, ister başbakan,
isterse diğer küsurat siyasiler…
Bölgede cereyan eden hadiseleri
aklıselim ile değerlendirirsek, milletimiz ne zaman uluslar arası bir işte bir
atılım yapmak istese, hemen o bölgede bir olayın patlak verdiğini
görebilmekteyiz. “Demoklesin kılıcı” gibi hep ensemizde bekletilmektedir.
Kökü derinlerde olan ve bu gün
adına talihsiz bir şekilde “Kürt meselesi” denen bu meselenin hem milli hem de
uluslar arası boyutu vardır. Bu meseleye bir bütün olarak bakabilmek gerekir.
Benzer öneriler ve birbirlerini bütünleyici çağrıları algılamak gerekir. Eğer
iç mesele ise, millet bütünlüğümüzü risk altına alan yaklaşımlar kime kazanç
sağlamaktadır. Yani kimler bu gelişmelerden nemalanmaktadır. Bu konuda hüküm
verebilmek için devletin işleyişine esas olan sistemin kendisini iyi analiz
etmemiz gerekir. Sistemden aslan payını kim almaktadır. Adaletin işlerliğini
sorgulamak gerekmektedir. Yani çanlar kimin için çalmaktadır…
Teknolojik gelişim özellikle de
iletişim, dünyayı büyük bir köy haline getirmiştir. Bu hal milletimizi kabuğuna
sığmaz hale getirdiği aşikârdır. Ancak mevcut anayasal yapı ve meriyetteki
yasalar, ülke insanın potansiyelini harekete geçirmeye imkân tanımamaktadır. Bürokrasiye
mahkûm bir demokraside, adalet, eğitim ve ekonomik tedbirler dünyaya paralellik
arz etmesi elzemdir. Sermayenin tabana yayılacağı bir yaklaşımla hareket
edememekteyiz. Dünya standardında üretim yapılamamaktadır. Alt yapı eksikliği
meselemiz had safhadadır. Hükümet bu meselelerle ilgilenmesi gerekirken, “Kürt
Açılımı” gibi tehlikeli ve yapay bir siyaset takip etmesi, siyasi bir hatadır.
Kürt Açılımı”nı gündeme
getirenler; Kürt vatandaşlarımızın da, Türk vatandaşlarımızın da, sosyo
ekonomik ve sosyo kültürel meselelerini çözememiş bir sistemle,-aslında,- “ayrıştırma
projesi” şeklindeki yaklaşımda, belirsiz bir uygulama ile kötü bir akıbetin
hazırlayıcıları olduklarını hissedememektedirler.
“Kürt Meselesi” denilen ve aslı “Şark
Meselesi” olan ve yaklaşık çeyrek asırdır milletimizin yüreğini bir kor gibi
yakan bu olayı tarihi perspektifi ile ortaya koymak doğru olur. Wilson
prensipleri (1912) çerçevesinde; Türklerin Anadolu’dan çıkarılma planının son
aşaması şeklinde cereyan etmektedir. Ermenilerle denedikleri, ancak
başaramadıkları bu hamleyi şimdi milletimizin asli unsuru olan “Kürtlerle”
yapmaya çalışmaktadırlar. Zira bu yol bir taşla iki kuş vurabileceği bir
şekilde gözükmektedir. Balkanları da bu siyasi strateji ile kaybetmişiz.
Bu gün dünya milletlerini
sosyolojik bir zeminde analiz ettiğimizde, sistemleri ne olursa olsun,
karşımıza hemen her milletin; milletleşmeyi pekiştiren siyasetleri ve
milletleşmeyi kurumsal yapıya ve bütün vatandaşlarının şuurlu bir şekilde,
sindirebilmek üzere olduklarını görebilmekteyiz. Bunun bir tek istisnası var. O
da Türk milleti… Osmanlı da da Türkiye Cumhuriyetinde de Milli şuurlaşma, her
mertebede devletin hukuki yapısından kuvvet alan bir yaklaşımda değildir.
Sadece milletimizin genlerinden gelen bir fıtri yaklaşımla varlığını
sürdürebilmektedir. En kötüsü de,
devlete egemen olan siyaset erbabı da milli şuura sahip birey ve gurupları etkisiz
hale getirecek çalışmaları öncelikleri arasına almışlardır.12 Eylül askeri
darbesinde olduğu gibi…1944 tabutluk olayları gibi… 1960 ihtilali gibi…
Asıl konumuza dönersek, bu gün
doğu ve güneydoğuda cereyan eden olayların, Batı’nın, doğu Roma’yı yeniden ihya
etmek üzere Anadolu topraklarından Türkleri uzaklaştırabilmek ve kardeş kavgası
yaratmak üzere asli unsur olan Türk ve Kürtleri birbirlerine kırdırmak, zayıf
düşüncede, üstlerine çöreklenmektir. Bu haçlının bilinen oyunudur.
Peki, bu açılım sevdası nereden doğdu?
Biliyoruz ki, ülkemiz de,
“mandater” bir yaklaşımla siyaset takip edilmektedir. Dış bağlantıları olmayan
bir siyasi yapının başarılı olabilme şansı pek azdır. Hemen hemen hiç yoktur.
Böyle olunca da dış icazetle siyaset yapanlar, kısa sürelide olsa iktidar
olmakta ve kendilerini iktidara taşıyan efendilerine sadakat göstermektedirler.
Kısmen de zorunlu sebepler ve daha önce yapılmış bağlayıcı anlaşmalar
çerçevesinde milletin menfaatlerini göz ardı ederek ve devletin bekasını
tehlikeye atsa da, alınan kararları uygulamaktan kaçınmıyorlar.
Sürecin böyle apar-topar
başlamasından da anlaşılacağı üzere, bir zorlama ve tazyik vardır. Bu iç
zorlama mı yoksa dış zorlama mı? Bunu bilmiyoruz. Kimse çıkıp ta milletle
bölüşmek düşüncesinde değil. Aslında bu meseleyi doğrudan demokrasi yöntemiyle,
milletle bölüşmek gerekir. Eğer seçim kaybetmek endişesi taşınıyorsa ve bu
vesile ile milletten gizleniyor ise, bundan ötürü de ülke bütünlüğü bozulursa,
ne parti ne seçim nede varlıklarımızdan bahsedecek imkânımız kalmayabilir…
Kendi hayatlarını başka milletlerin
teminatı altında görenler, şunu bilmelidirler; mensup oldukları milletine karşı
zayıf davrananlar hiçbir zaman başka milletlerin hoş karşılayacakları
karakterler olmayacaklardır. Her zaman zayıf karakter sergileyen potansiyel
gibi görülürler. Tarih bu tür örneklerin oluşturduğu vakıalarla doludur.
Kimilerinin çocuklarını
yurtdışına götürebilecek imkânları ve vasıtaları vardır. Ancak bu millet
ebediyen bu vatanda kalma kararındadır.
Mevcut hükümet, bir seri siyasi
karar aldı. Bunlardan hiç birinde millet menfaati oluşmadı. İşte bir kaçı; iç
ve dış borçlanma, Kıbrıs, ırak ile ilgili karar, ermeni meselesi, özelleştirme
ile satılan stratejik öneme haiz kaynaklar ve şimdide, akıbeti meçhul “Kürt
açılımı”…
Mevcut hükümet, pasif bir
politika takip etmektedir. “Gürlemekteler” ancak bir türlü yağamamaktadırlar.
En ufak bir esinti, bulutlarını dağıtmaktadır. Uluslar arası anlaşmalarda, Anlaşmaya
oturdukları hiçbir taraf, bizim menfaatimize olabilecek bir eğilimi kabul
etmezken, hükümet cömertçe taviz vermekte tereddüt etmemektedir.
“Kürt açılımında” da durum
aynıdır. Karşı tarafın; Bölücü eşkıya
başının pozisyonu ve PKK nın taraf olarak kabul edilmesi cihetinden geri adım
atmamaktadırlar. Her gün milletin sabrını zorlayıcı tahrik edici beyanat
vermekten kaçınmıyorlar. Milletin ve devletin varlığına kasteden bu şer
cephesine de, bazı yayın ve basın mensubu güruhta eşlik etmektedir. Ve bu
açılımı, hükümet için bir kahramanlık olarak takdim etmeye çalışmaktadırlar.
Dahası karşı duranlar ve karşı beyanlarda bulunanları ise, neredeyse ihanetle
itham etmektedirler.
Mahalli seçimlerde oy kaybına
uğrayan iktidar, hedef olarak seçtiği birçok ili kaybetmesi onda motivasyon
kaybına sebep olmuştur. Partili milletvekilleri ve diğer unsurların
kamuoyundaki yolsuzluk ve yasal olmayan uygulamaları, partinin gidişatının iyi
olmadığına delalet etmektedir. Bu gidişle çözülmeleri mukadderdir. Ancak bir
son hamle ile durumu kurtarabilmenin çaresi olarak “Kürt açılımı”nı denediyse,
bu süreç sadece bölücü siyaset yapanlara ivme kazandırır.
DTP gibi etnisiteye dayalı
siyaset takip eden siyasal yapılanmalar, toplumsal ihtiyaçları karşılayabilecek
projeleri hayata geçiremezler. Zira böyle potansiyelleri yoktur. Ancak geri
kalmış ülkelerde siyaset yapanların uyguladığı iki yöntem vardır. Biri menfaat
dağıtmak esasına göre siyaset yapmak, bir diğeri de tehdit unsurudur. Bu gün
ülkemizde menfaat dağıtımını esas alanlarla, tehdit unsurunu kullananlar
siyaset yapabilmektedirler. Ve PKK etkisizleştiği an doğu ve güneydoğuda DTP
nin durumu vahimdir. Köy muhtarlığından,
milletvekilliğine kadar, her siyasi yapılanmanın adayları rahatlıkla aday
olabilecektir. Bu durumda tablo bu günkü gibi olmayacaktır.
Mevcut hükümetin PKK yı
etkisizleştirecek bir politikası mevcut değildir. Doğu ve güney doğu da ciddi
bir silah pazarı oluşmuştur. Silah baronlarının varlığına hiçbir tedbir
alınamamaktadır. Ha keza uyuşturucu ticareti hızını kaybettirmeden devam
etmektedir. Derebeylik geri dönmüştür. Ağalık hükümleri yürürlüktedir. Şeyhlik
müessesesi faal olarak icra edilmektedir. – ki, dinimizin anlaşılmasını
zorlaştıran bir yapı içindedirler. Dini kendi şahsi tasarruflarında ve siyasi
emelleri doğrultusunda kullanabilmektedirler.- PKK ile mücadeleyi de, Silahlı
kuvvetlere havale ederek, siyasi sorumluluktan kaçmaktadır. Farklı siyasi
yapılanmaların zayıf görünmesi açısından da bu durumu tasvip eder bir durumu da
vardır. Zira demektedirler ki, bakınız; AKP ile DTP nin dışında o bölgede parti
yoktur.
Fiili durum şudur; seçim
güvenliği maalesef sağlanamamaktadır. Ve PKK’lı militanlar, seçimlerde istediği
şekilde yönlendirme yapabilmektedirler. Vatandaşta daha evvel yaşadığı
olumsuzlukları tekrar yaşamak istememektedir. Zira PKK psikolojik üstünlüğü,
elinde bulundurmaktadır. Kamu da görevlendirilmeler genelde “etnik özellik” göz
önünde bulundurularak yapıldığında, inisiyatif, “etnikçilerin” eline geçmiş
durumdadır.
PKK etkisizleştirilirse, DTP
taahhüt ettiği hizmetleri yerine getirebileceği bir yetenekte olmadığı aşikârdır.
(Nitekim bölgenin kalkınmasına dair bir gayret ve bir proje üretememektedirler.
Yaz aylarında, yatağını yorganını kapan vatandaş, ya Karadeniz bölgemize
fındığa veya çukur ovaya pamuğa ya da batıya gündelik işlere yönelmektedir.
Yani onlar hiçbir zaman halk için umut olacak, ekonomik hayatlarına katkı sağlayacak
bir endişeleri olmamıştır.) PKK
desteğinden mahrum bir DTP, marjinal hale gelecek, saldırgan ve “uç” siyaset takip
etmek durumunda kalacaktır. Katiyetle bilinmelidir ki, bölgede güvenlik ve
sosyo ekonomik meseleler vardır. Ekonomik temelli devlet politikaları DTP’ yi
halkın nezdinde küçük düşürecektir.
Yapay bir etnik meseleyi canlı
tutmak, sadece bir çetenin sürekli siyaset yapmasını sağlamaktan başka bir olay
değildir. Bu imkânı onların elinden almak gerekmektedir.
Halk, bir şefkat eline muhtaç
iken, caydırıcı bir kuvvet ile de, can ve mal emniyetini ortadan kaldıran PKK
yı ortadan kaldırmak gerekmektedir.
AKP böyle bir siyaseti takip edebilir
mi? Sorun buradadır.
YORUMLAR