Küreselci anlayış, kendi programını icra etmek ve hedefine ulaşmak üzere, Türk milletini “millet” kılan hususları yok etmek için her yo...
Küreselci anlayış, kendi programını icra etmek ve
hedefine ulaşmak üzere, Türk milletini “millet” kılan hususları yok etmek için
her yolu meşru sayan bir yaklaşım içindedir. Geçtiğimiz haftalarda, hükümetin
kontrolünde ve desteğinde gelişen, “Kürt açılımı-demokratik açılım”ın
gölgesinde kalan, Sosyologların ve ilahiyatçıların organize ettiği, belli
cemaatlerinde yönlendirme yapmaya çalıştıkları; “cemaatlerin küreselleşmeye
katkısı” çalışması üzerine bu konu ile ilgili kamuoyu bilgi paylaşımını uygun
buldum.
Cemaat kelimesi, Arapçada, CE-ME-A kelimesinden türemiş
bir kelimedir. Anlamı cem etmek, toplamak ve bir araya getirmektir. Cemaat, yüksek
bir gaye için bir araya gelen insan topluluğuna denmektedir. Geniş anlamı ile
bir fikir ve inanç etrafında toplanan gruba verilen isimdir. Dini
terminolojide, beraber namaz kılmak, muhtelif ibadetler yapmak amacı ile bir
imamın arkasında toplanan ve en az üç kişiden meydana gelen ibadet grubudur.
Bütün bunlarla beraber, cemaat; geniş anlamı ile bir dine inananların tümünü
içine alan geniş bir terimdir. “İslam Cemaati” tabiri kullanılmamakla
beraber Yahudi ve Hıristiyan Cemaati tabiri de kullanılmaktadır. Cemaat
anlamlı ve şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalıklar cemaat adını almazlar.
Cemaatin
tanımlanmasında; manen tatmin olabileceğim ifade şöyledir: Hüsranda olan insanlığın içinden çıkıp iman eden, imanını eyleme döküp
amel işleyen, amelini fasit ya da fasık değil de salih olması için meşruiyet
içinde yaşayandır. Meşru usul ve meşru hedefi gözeterek yapan, yaptığı bu hak
olma vasfını kazanmış eylemi tavsiye eden ve her şeye rağmen bu tavsiyesinde
ısrar edip sabır ve sebat gösteren topluluk "cemaat" değil midir? (Bu bir Müslüman Türk kardeşimden
alıntıdır. Kaynağına ulaşamadım..)
Cemaat olgusu, inancım gereği
olarak beni hep ilgilendirmiştir. Üzerinde yaşadığımız evrende yalnız başımıza
yaşamak gibi bir durumda olmadığımız aşikârdır. O halde toplu yaşamak ve
birlikte bir hayatın gereklerini yerine getirmek, işbölümü yaparak dayanışma
içinde, yakından uzağa doğru birbirimizle teselsül (zincirleme) bir irtibat ağı
kurmak hayatımızı ahenk ve ritim içinde sürdürmek insan olarak hakkımız olsa
gerektir.
İlk insan Hz Âdem’den bu güne;
insanoğlu, nakli(Allahın peygamberler vasıtasıyla ilettiği buyrukları) ve akli
vasıta ile hayatını iyiye güzele doğru tanzim etmeye çalışmıştır. Her gün bir
önceki güne göre daha nitelikli hale getirmeye çalışmıştır. Hatta denilebilir
ki, “hayatındaki her yanlış, onu yeni bir doğruya yöneltmiştir.” Yaşantı
yoluyla elde ettiği birçok bilgi, tecrübe hayatımızda değer olarak yerini almış
ve kalıcı davranış haline gelerek, “kültür” formatı içinde nesilden nesil’e
aktarılmıştır. İlkel yaşantı, yerini sürekli olarak, medeni ve uygar diyebileceğimiz
tarza terk etmiştir.
Bu husus, insan fıtratının da
gereğidir. Hatta efendimiz peygamberimiz (selam ona, onun ve ashabının üzerine
olsun) “iki günü denk olan ziyandadır” buyurması, bize hayatımızı her gün
iyiye, güzele sevk etmemizle ilgili mübarek tavsiyeleridir. Kudretimizin yettiği bir anlayışla, yani idrak
sınırımızın, meşruiyet içinde, tahammül edebileceğimiz hayat tarzı, bizim hayat
tarzımız olmalıdır. Zorlamalar, insanlığımıza ait kıymetlerimizi aşındırır.
Kimini firavun yapar, kimini ise köleleri…
İnsan yaşantısında, insanlığın
ortak değerleri, temel insani ihtiyaçların karşılanmasında, birey olarak
karşılaşacağı meselelere çözüm getirecek, vicdani bir rahatsızlık duymamamız
için, insanların üzerinde mutabakat (anlaşma) yapabilecekleri otoritelere
ihtiyaç vardır. Zira bu yolla cemiyet hayatı “keyfilikten” kurtulabilir. Bu otoritelerin en önemlisi ve en mükemmeli,
“devlettir.”
Zira Müslümanlar, Hz. Ebu Bekr-i
Sıdık (R.A) döneminden bu güne cemaatten cemiyete ve de devlete geçmeyi
başardıkları halde, bu günkü haliyle “cemaatçilik”, geriye dönüşü temsil
etmektedir. Yani “vahdetin kesrete dönüşmesi” şeklinde bir durum olarak
karşımızdadır. İslam hem tevhit dini (birleştirme dini), aynı zamanda da cihan
şümuldür. Kuranı kerimi, aynı zamanda bütün ilahi kaynakların mecmuu (Toplamı),
ya da bütünü teşkil etmesi de, onun cihan şümul olmasını gerekli kılmaktadır.
Zaten de öyledir.
Hal böyle olunca, cemaat
olgusu, bütünü parçalara ayırmak anlamına geleceği için ümmetin bölünmesi kime
nasıl bir fayda sağlamaktadır. Bunun anlaşılması gerekir.
Müslümanların kahir bir
ekseriyetle yaşadıkları ülke ve devletlere baktığımızda, ülkelerin durumlarının
hiç iç açıcı olmadığını görmekteyiz. Buna, halkının çoğunluğu Müslüman olan
ülkelerde dâhildir. Çünkü toplumsal mutabakatla sağlanan otorite merkezleri,
milletin inanç ve idealleriyle örtüşmemektedir. Hatta denilebilir ki, milletin
fıtraten var saydığı değerleri, otorite merkezleri bilinçli bir şekilde
aşındırmak ve etkisizleştirmek durumundadır. Bu sebeple otorite ile millet
sürekli bir çatışma halindedir. Toplumsal hayatta, müşterek değerler
oluşturarak yaşamak, bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı millet otorite dışında
oluşumlarla yeni otorite merkezleri ihdas etmek durumuyla karşılamak zorunda
kaldığı bir vakıadır. Bu sebeple de, her başına kavuk geçiren, kendisini dini otorite,
buna benzer oluşumlar ise kendilerini dini otorite merkezi görmektedirler. Sonrasında
ayrılıklar, ihtilaflar ve bu toz duman arasında oluşturulan “ritüeller” ve
netice kokuşmuşluk ve bir sürü sosyal mesele…
Eğer, milletin varlığından kuvvet
almayan bir devlet olmadığı ve “dış dayatma” sisteminin egemen olduğu, sistem
ile yönetilen bir ülkede iseniz, o zaman bu durumu bizzat dış mihraklar
organize ve teşvik ettiklerini görebiliriz. Her geçen gün kaos daha da
büyüyecek ve her yapılanma içten içe birbirlerine bıçak bileyeceklerdir.
Dışımızdan bizi kontrol eden merkezler için bu durum, mümbit birer zemin olarak
durmaktadır. İstedikleri zaman istedikleri şekilde yönlendirmeler
yapabilmektedirler. Aslında bu metot, oryantalistlerin doğuyu yani ekseriyetle Müslümanları
kontrol metodu olarak ta ifade edilebilir.
Müslüman ülkelerin durumu, üç
aşağı beş yukarı böyledir. Ancak günümüzde ulaşım ve iletişim teknolojisinin
dünyayı büyük bir köy haline getirmesi, batının (emperyal siyaset takip eden
ülkelerin) hedefleri için farklı strateji uygulaması ile karşı karşıya
bıraktığı da bir vakıadır.
Bilgi kaynaklarına ulaşmanın daha
basit ve daha kolay olması, insanların düşünce diyalektiğini ve estetiğini
kaynaklarından öğrenebiliyor olması, batının işini zorlaştırdığı için, bilgi
kirliliği yaratacak bazı yöntemler geliştirdiğini görmekteyiz. Bu yolla
düşüncelerin temel dinamiklerini bozmaya, zayıflatmaya, ihtilaf yaratmaya dönük
ciddi çalışmaları yürüttüğü de ayrıca bilinmektedir. İslam ülkelerinde
“cemaatleşme” fikrinin bu kadar çok neşvü- neva bulmasının hikmeti birazda
buradadır.
Millet, inançlarının gereğini
hayatının her yerinde hissedeceği bir devlet istediği ortadadır. Bunun en açık
örneği ise, neo-liber (yeni liberalist) anlayışın bu gelişimi inançlı
siyasetçileri ve inanç söylemlerini dile getiren politikalarla, iktidarı eline
geçirmekte ve “cemaatlerin” isteklerini de kısman karşıladıkları içinde her
zaman potansiyel iktidar adaylar bu yapı içinden çıkmaktadır.
Dünyaya yeni
düzen vermekte kararlı olan batı, AB ve ABD, kuvvet kullanma yöntemi yanında,
en yaygın metodu ise kendi kontrolünde siyasal yapılanmalar oluşturmak
istediklerini bu yapılanmalarla tahakkuk ettirerek, güya demokratik yöntem ve
talepler gereği, bazen açık bazen üstü örtülü müdahalelerle, inisiyatifi elinde
tutmaktadır.
Bu projeye
küreselleşme adı vererek, insanların ortak değerler etrafında ve desteğinde
yönetilmesi, dünyadaki ekonomik kaynakların kullanımından herksin istifade
edebilmesini sağlamaktır. Teoride bu hoşa gidebilir, ancak pratikte sadece
ekonomik kaynakların batı insanı tarafından kullanılmasının hedeflendiği, birkaç
yüzyıllık sömürüyü esas alan bir projedir. İçinde bilgi kirliliği, baskı,
tehdit, aldatma ve manipülasyon (hileli yönlendirme) olan bir oyundur.
Bu sebeple
ülkemizde küreselleşmeyi sempatik gösterme çalışmaları içinde olan, hükümet ve
“küreselci” yapıyla ilişki içinde olan cemaatlerin durumlarını bilmemizde yarar
vardır.
Öncelikle
küreselleşmede mutlak bir anlayış vardır. Küreselleşenler ve küreselleştirenler…
Biz, ülke olarak, küreselleştirilenler arsında öncelikli sırada yer almaktayız.
Emperyalizmin açık boy hedefi…
Cemaatlerin,
İslam’ın sadece ibadet dini olduğu üzerinde ısrarlı bir yaklaşımları vardır.
Haklıdırlar da… Ancak, İslam dini aynı zamanda bir medeniyet dinidir. Ahmet
Ağaoğlu’nun ifadesiyle, “tarz-ı hayattır”. Cemaatlerin asli görevi, Müslümanlara
İslam’ın asırlara ve bütün zamanlara hitap eden yüzünü göstermek olmalıdır.
Batı medeniyeti hayatın bütün unsurlarını kapsayacak bir yaklaşımla, İslam’ın
temel teşkil edeceği alternatif medeniyetlerin değerlerini yok etmeye
çalışmaktadır. Bu bağlamda İslam’ı da kendisine eklemlendirerek, asli yapısını
bozup, kendi potasında eritmeye çalışmaktadır. Bunu herkes ve her şuurlu
Müslüman fark etmektedir. Ne var ki, iktidar erkinin sarhoşluğuna düşmüş Müslümanlar,
bizim gibi düşünenleri ön yargılı olarak görmektedirler. Yaptıkları her işi de
kusursuz görmektedirler… Özallı yıllarda düştüğümüz hataların bedelini bu
mantıkla ödemekteyiz.
Ülkemizde
siyasetin beslendiği iki konu mevcuttur. Birisi din, diğeri ise etnisitedir. Bu
yapı üzerinden siyaset yapanlar, bilerek veya bilmeyerek, kin, nefret ve
düşmanlık tohumlarını ekmektedirler. Bu anlayış, tek partili dönemde, inanan
insanları, “ötekileştirerek” istismarcı din bezirgânlarından ayırt etmeden
hedef haline getirmekle başladı… 1950’li yıllardaki Menderes döneminde de dini
değerler esas alınan bir yaklaşımla, karşı tarafı “ötekileştirme” durumu
gözlendi… Cemaatler bu dönemde, pervasızca, siyasete girmeleri ile doruğa ulaştıkları
gözlenir. Hatta Mehmet Şevket Eygi bu durumu şu ifade ile izah eder: “cemaatler
siyasete, zücaciye dükkânına giren fil gibi girdiler” demektedir.
Hâlbuki
siyasetten ve siyasetçiden beklenen görev, sosyal ve ekonomik meselelerde
getireceği çözümlerle, toplumun barış ve esenliğe ulaşmasını sağlamaktır. Yoksa
siyaset, “ötekileştirme” temelinde bir yapılanma değildir.
Cemaatlerin
yapılanmalarına baktığımızda, emir-komuta sisteminin ciddi şekilde ve
hiyerarşik bir düzene tabi olarak yürüdüğünü ve bu sistemden istifade
edenlerin, cemaat mensuplarının kişilik haklarını gözetmeden, iradelerini
kullanmalarını ipotek altına aldıkları bir vakıadır. Bu toplumsal yapımızın
demokratik değerleri algılayıp yaşaması bakımından üzerinde durulması gereken
bir sorundur.
Siyasal
yapılanmalar, iradeleri iğdiş edilmiş cemaatlerden blok oy alacak yöntemlerle
onları sistemin içine çekmektedirler. Dolayısıyla blok oy alabilecekleri bir
avantajı kullanırken, aşiretçilik anlayışını geliştiren etnikçilerde bu yolla
blok oy toplayabilmektedirler. Bu yola tevessül etmeyen siyasi yapılanmaları
ise siyasi yönden başarısız veya temsil yeteneğinden yoksun olduklarıyla ilgili
ithamda bulunabiliyorlar.
Cemaatlerde
siyaset içinde kendi varlıklarını devam edecek alternatif politik
yaklaşımlarla, devletin “sosyal devlet” olma özelliğini engelleyici çalışmalar
yapmaktadırlar. Bu gün üniversite gençliğinin barınma meselesi ne acıdır ki,
böyle politikaların sonucunda oluşmuştur. Devlet bu hizmeti sınırladığı için,
üniversiteler öğrencileri cemaatlerin pençelerine adeta itilmiş durumdadırlar.
Ayrıca
cemaatler bu hizmeti yerine getirirlerken de, iki başlı bir istismarı
yaptıkları göz ardı edilmemelidir. Birincisi, milletten himmet diye karşılıksız
topladıkları her türlü emtiayı, öğrencilere para karşılığı verdiklerini artik
herkes bilmektedir. Ayrıca barınmaya aldıkları her öğrenciyi cemaate “ritüllerle”
donattıktan sonra, kurşun asker gibi piyasaya salmaktadırlar.
Bu arada
demokrasilerdeki kuvvetler ayrımı prensibine uygun hükümet yürütmeyi yaparken,
cemaatlerden en üst seviyede yararlanabilmekte ve devletin imkânlarını, tercihe
sebep olacak şekilde bu kaynaklardan kullandırabilmektedir. Yargı ve yasamanın
ise nasıl bir yapı içinde olduklarını bilmiyorum. Devlette görev alabilmek
herhangi bir cemaate veya da hükümete yakın cemaatlere yakınlıkla mümkün
görülmektedir.
Milletin hac
ibadetinde de cemaatlerin varlığını görebilmekteyiz. Öyle ki, Müslümanlığın beş
şartından biri olan hac ibadeti, turistik gezi hüviyetiyle ticaret kapısı
haline getirilmiş, hâlbuki hac ve umre, İslam’ın ve Müslümanlığın yıllık
kongresi durumundadır. Yani bir yılda dünyadaki Müslümanların sosyal, ekonomik,
siyasal ve kültürel yönden bir muhasebesinin yapılması gerekmez mi? Veda hutbesi sosyolojik bir zeminde mütalaa
edilirse görülecektir ki, haklılığımız ortadadır. Bu yapısından uzaklaşalı bir
hayli zaman olmuştur. Cami cemaati de “kudret simsarlığı” yapan din
tacirlerinin elinde oyuncak olmuş durumdadır. Bir siyasal yapılanmanın “arka bahçesi” şeklinde Müslüman cemaati
abluka altına alıp, onu da sömürü ağı içinde düşünmektedirler. Hâlbuki cami
cemaatleri, bulundukları mahallerdeki insanların hastasına, düşkününe
yolcusuna, garip gurebasına yardımda bulunacak bir yapılanma içinde olmalıdır.
Genç ve çocukların zararlı akımlara karşı korunacağı, sosyal, kültürel,
sportif, dini ve milli duyarlılık şuuru veren merkezler haline gelmelidirler.
Devletin
sosyal yüzüne belki de destek vermelidirler. Bir siyasal yapılanmaya angaje
edilirler ise, camiye siyaset girer. Biliyoruz ki, camiye okula, kışlaya
siyaset girdi mi, o ülkede zihinsel kaos var demektir. Cemaatler, cemaatlerin
mensubiyeti esasın göre camileri ayırmaları, İslam ittifakına zarar verdiği bir
vakıadır. Filanca cemaatin camisi, falanca cemaatin camisi şeklinde camilerin
bölünmüşlüğü ayrı bir yaradır içimizde…
Son
zamanlarda cemaatlerin temsil edildiği basın ve yayım organları, milletin doğru
bilgiye ulaşmalarını engellemek için yoğun “bilgi kirliliği” programları
yaptıkları da bir gerçektir.
Uzun bir
süreden beridir “hoşgörü” ve “dinler arası diyalog” adları altında, İslam’da
ferdin serdetmesi gereken ve “cihat” ruhunu canlı tutan, cesaret, feraset,
basiret, şecaat, metanet gibi hasletleri bir tarafa bırakarak, Müslüman’ı pasif
bir hayata sevk eden çalışmalar meyvelerini yavaş yavaş vermektedir. “Ilımlı
Müslümanlık” utanmasalar, “layt Müslümanlık” da demekten çekinmeyeceklerdir.
İslam fıtrat dini olarak zaten insana “itidali” yani orta yolu, telkin
etmektedir.
Biliyoruz
ki, cemaatler, üyelerinde mutlak itaat istemektedirler. Onların “öz eleştiri”
yapacak bir yaklaşımına asla izin vermezler. Böylece cemaatler vicdanlarının
sesine kulak vermeden, “kurşun asker” olarak hayatlarını idame ettirirler.
Şeyhleri hangi siyasi yapılanmaya işaret ederse, komple oraya iradelerini
teslim ederler.
Özellikle,
neo- liberal (yeni liberalist anlayış) bir kumpasa teslim olmuş cemaatlerde,
son zamanlarda batının telkin atlarını, toplumun tercihine sunma gayretlerini
görmekteyiz. Hatta cemaatlerin yeterince küreselleşmeye katkı sağlayabilmeleri
gereğini, kitaplar yazarak desteklemektedirler. Ali Bulaç ve taifesi
söylenebilir… Dahası, cemaatlerin küreselleşmeyi etkilemesi gayretlerinden
bahsedilmek durumundadırlar. Ayrıca cemaatlerin yurt dışında açtıkları
okullarda bayrak, milli marş ve milleti anımsatacak her simge ve işaretten
vazgeçmesi gerektiğini akademik platformlarda ifade etmektedirler. Bu iddialarımla
ilgili, şahıs ve iddia ettikleri hususlar kamuoyunda da sunuldu…
Sonuç
olarak, cemaatler; cemiyet ve devletin birer sosyal organı hükmündedir.
Devletini karşısına alarak salt “cemaat ruhunu” canlı tutmak için devletle ve
değerlerle cebelleşmek devlete zarar verir, ancak sonrasında onlarında mahvına
sebep olur. İşte, ırak canlı örnektir.
Cemaatlerin,
kendi içlerinde de birliktelikleri yoktur. “nur cemaati” kaç parçaya bölünmüş
olduğu ortadadır. Her biri birlerini ne ile itham ettikleri de ortadadır. Diğer
cemaatler kendi oluşturdukları ritüelleri dindeki “naslardan” öncelikli halde
tutmaları İslam’ın tevhit akidesine zarar vermektedir. Kötü niyetli insanların,
bu durumu, farklı amaçlarda değerlendirmelerle milleti ihtilaf girdabına çekmek
fırsatına sahip olmalarının sağlandığını bilmemiz gerekir. Bütün siyasal
yapılanmalara eşit mesafede kalmaları, İslami yaklaşımın, devletle birey
arasındaki meselelerde, fertle ferdin arasındaki meselelerde, nihai çözüm
mercii haline gelen adil bir hakem hüviyetine kavuşturmak, verecekleri İslami
hizmetin güvenirliliğini sağlar…
Ey kanaat
önderleri! Küreselleşme, batının yüzyıllık rüyasını gerçekleştirmek üzere
tasarlanmış bir projedir. Buna katkı sağlamak gibi bir vebali Müslümanlara
yüklemeyiniz.
“Medeniyetler
ittifakı” kulağa hoş gelen, duygularımızı kabartan bir insanlık ideali gibi
gelebilir. Bu insanlığın barışa olan özleminden kaynaklanır. Dinamiklerini
kaybetmiş bir medeniyet diğer medeniyet içinde eriyip gitmeye mahkûmdur. Önce
“İslam medeniyetini” kendi dünyamıza egemen kılalım ki, alternatif bir
medeniyet iddiasında bulunabilelim. Yoksa hayalî bir macerada, elimizdeki
medeniyetimize ait kırıntıları da kaybedebiliriz.
Cihan şümul
anlayış; İlayı kelimetullahı, yeryüzüne egemen kılmak ve insanların Allahın emirleri
doğrultusunda yaşamasını sağlamak idealidir. Küreselleşme ise, dünyayı bir
şirket gibi yöneten güçlerin arzularına uygun bir hayat tarzından başka bir şey
değildir. İnsanların bir kısmını diğer bir kısmına köleleştirmenin “sırlı” adıdır.
YORUMLAR